Oğuz Akıncı

Oğuz Akıncı


Kanlı Bir Defterden Notlar

18 Kasım 2021 - 18:19

İlk akşam.

Şehre inen karanlık sadece kötülüğü değil iyiliği de örtüyordu. Her ihtimal geçerli olabilirdi ama sadece bir tanesi yaşanacaktı. İyi ve kötü karanlık kadar belirsizdi. Aynı zamanda beyaz kadar taraf tutmak zorundaydı. Sokak lambalarının neredeyse hepsi sönmüştü. Sokağın ilerisinde cızırdayarak yanıp sönen, kaldırımlara katman katman dağılıp kaybolan sarımtırak ışık yağmura illüzyon katıyordu. Evet, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, başka bir bardağı doldurmak üzere, olduğu yerden taşıyordu. Yine taşacak mıydı? “Su kaybolur mu?” dedi. Belki katı, sonra kesin, kesin sıvı, büyük oranda gaz ve yoğuşma da kesinlikle ilgi alanları arasında. İllüzyonun bir parçası… Sokak lambasıyla bir ilgisi yok. Bu dehşetli geceye anlam katan, suyun kendinden emin akışından başka bir şey değil.

“Ama ben kalacak yerim ve karnımı doyuracak kadar yiyeceğim olmadan kendi özel sihir gösterimi yapamam.” dedi. Pansiyona yaklaşmıştı. Islak paltosu, vücut kütlesini en az yarı yarıya artırmıştı. Üzerinden yere düşen damlacıklar yağmuru kıskandırmaya yeterdi. Ama bu, yağmurun ona acıyarak bakmasına engel olmuyordu. Yağmurla çok bakıştığı olmuştu. Anlam veremeyip kendisiyle dalga geçtiğinde, gülerek kendi kendisine küfür ettiğinde bile ruhunun bir köşesinde o bakışmanın etkisine yer ayırmayı ihmal etmiyordu. Sanki çok değer verdiği birisi yüzüne tükürmüş de, neden öyle yaptığı konusunda herhangi bir fikri olmayan ve aynı zamanda kırgınlığını anlatan birinin bakışı gibi bir bakıştı bu. Sahi, en son ne zaman ihanete uğrayacak kadar güven duymuştu birilerine ve en son kime değer vermişti? O an, bunlar aklından sanki hiç geçmemiş gibi bir refleksle, yağmurla arasında geçen bakışmadan bir adım ileriye ya da geriye gitmemek gerektiğine karar verdi. Hayatına temas etmiş birçok hadise ve olgulara rasyonel izahlar getirebildiği gibi bu izahların doldurmayı ya da kaplamayı başaramadığı romantik ve saplantılı denilebilecek bir zihin dünyası vardı. Sokak lambasıyla yağmur gibiydi. Eksikliklerini tamamladığı bir hayal dünyası mı vardı? Sırtını dayadığı bir nesne? Belki bir serap… “Bu kadar tehlike içinde böyle hayaller lüks, çok lüks.” dedi. Palto ıslaktı, yağmur gerçekti, sokak lambası bozuktu ve pansiyona varması gerekiyordu. Sigarasını yakıp dinlenecek, mütevazi olmadan düşündüğü halde, çok merhametli sonuçlara ulaşacaktı. Ama önce gecenin bu geç saatinde ilk kez gideceği pansiyonun sahibini uyandırması gerekecek, bu yağmur çamur ve rezilliğe rağmen büyük ihtimalle ondan da aşağılayıcı bir karşılık görecekti. Sağa doğru keskin dönüşü koşuyor sayılacak hızlı adımlarla, elleri ıslak paltosunun ceplerinde hafif kavisli döndü. Pansiyon işte bu köşede, beş katlı bir harabeydi. Bina, ıslak küflü yeşil duvarı ve pencerelerinden dışarıya kasvet saçan sarı ışığıyla, bu yağmurda ulaşabilmek için onca eziyete hiç de katlanılası durmuyordu. Başka bir seçeneğin yok der gibi de öne doğru eğilmişti bina. Öksürüğünü avuçladığı yumruğuyla önce kapıyı uykusundan uyandırdı, sonra pansiyon sahibini.

Aralanan kapı değil gözleriydi. Beklediğinin aksine son derece güler yüzlü birisi bakıyordu ona. Gözleri bu memnun yüzlüden önce duvardaki resimlere ve iki duvarın dibine dizilmiş birkaç tane dolaba ilişmişti. Yağmurla sokak lambasını hatırladı. Anlamak zor olmadı. “Üç gündür uyuyorsun.” dedi pansiyon sahibi, elindeki kağıtlara bakarak konuşuyordu. Bir yandan çok sevinçli gözüküyordu. “Bunları Ziyanur yazdı.” diye ekledi gayet memnun. “Eczaneye sordurttum ama çok pahalı dediler, sigorta indirimi varmış ama çok bir şey fark etmiyormuş. Biz de arkadaşlarla oturup düşündük, en iyisi uyanmanı bekleyelim dedik. Ziyanur tıp okuyor, çok çalışkan ve zekidir. Dombili hamileyken hastalanmıştı, hem yavruları hem de bizim Dombili'yi kurtardı. Seni de kurtaracak.” dedi pansiyon sahibi. Bizimki, pansiyon sahibinin kolunun altındaki kediyi fark etti. Kedi zapzayıf, kupkuru, tüysüz, tırnaksız ve bıyıksızdı. Kedi de herkes gibi ona kin duyarak bakıyordu. Yine başında bir ağırlık hissetti. Varlığını zorla dayatan bu ezilmişlik duygusundan kurtulamayacak mıydı? Pansiyon sahibi güldü. “Nasıl bakıyor sana ama güzel bıyıklım, pamuk tüylüm, güzelim. Sen bilmiyorsundur tabii… Kapıyı çaldıktan sonra kapıya doğru bayılmışsın, ben kapıyı açtığımda düşmek üzereymişsin, bizim Dombili'nin üstüne yığıldın, o yüzden sevmedi seni. Ama merak etme, alışır o çok sever bizimkileri.” dedi.

“Bizimkilerle” ilk yemek vaktiydi. Masanın bir köşesine çöreklenmiş üçüz, üç tane ikiz, üç adam tek nefis, iki sandalyeye oturmuşlar, pansiyon sahibinin elindeki buhar çıkaran yemek tabağıyla ilgilenmiyormuş gibi yapıyorlardı. Ziyanur içeride salata hazırlıyor, Dombili pansiyon sahibinin adımları arasında slalom çizerek masadaki yerine yanaşıyordu. Bizimki, masanın diğer başında kurumuş paltosu üstünde, olan biteni izlemiyormuş gibi yapıyordu. Masa, üstündeki yeşil örtü sayesinde elliye doksan futbol sahasını andırıyordu. Kale arkaları üçüzler ve paltoluya, maraton kısımları pansiyon sahibi, Ziyanur, Dombili, Yaldız ve Sezer Bey’e ayrılmıştı. Yaldız ve Sezer aynı fakültede, birisi hoca birisi öğrenciydi. Yaşları ve bilgiç yüzleri hangisinin usta hangisinin çırak olduğunu belli etmiyordu.

Üçüzler özellikle patateslere yüklenip karınlarını şişirmişler, türlü bahaneler üreterek odalarına doğru sıvışma derdindelerdi. Aralarından birisinin bile ağzını açamayışından belli oluyordu ki karınlarında ikişer bardak çaya ve beyinlerinde birazdan gerçekleşecek sohbete yer bırakmışlardı. Yaldız ve Sezer tuzluğu kullanırken satranç oynuyor gibiydiler, sanki bir güç yarışı vardı. Ziyanur kendisinden çok Dombili’yi besliyor, bu sayede pansiyon sahibinin umursamaz bakışlarının içerisindeki övgüleri kazanabiliyordu.

Yaldız, Sezer ve pansiyon sahibinin bir iki kelam etmeleri için sanki bir konu açılması gerekiyordu. Gerçekten ortamın bütün gerektirdiği bu gibiydi. Bu sessizce dönen dev çarkların arasına düşmek istemeyen üçüzlerden ses çıkmıyor ve Ziyanur Dombili’yle ilgileniyor olduğuna göre, iş paltosunu çıkararak konuşmaya hazırlanan bizimkine düşmüştü.

Pansiyon sahibi son derece güleç yüzünün altındaki zifiri karanlığı tane tane belli ederek bizimkine döndü ve gülerek bakmaya başladı. Bir elinde çatal diğerinde bıçak vardı. Yaldız ve Sezer tuzluk satrancını bırakmış, pansiyon sahibinden gelebilecek hamleyi bekliyorlardı. Aynı zamanda herhangi bir hamle gelmeyebilirdi de, bu da bir hamle sayılabilirdi. Zihinleri bu yönde çalışırken üçüzlerden birisi geğirdi. Herkes güldü, sonra bizimki lafa girmenin tam sırası diye düşünerek “Öncelikle sizlere teşekkür etmek istiyorum…” dedi. Kendisine tam olarak ne olduğunu bilmediğiyle ilgili konuşmaya devam edecekti ki, pansiyon sahibi “Yok, yok, teşekkür etme. Sonuçta böyle yağmurlu bir havada evimizin kapısından içeriye düşen birisini geri itekleyemezdik değil mi?” dedi. Sezer, elleri çenesinde kısık bakışlarla bunu onayladı. Dombili dişlerini gösterdi. “Asıl teşekkürü Ziyanur’a etmemiz gerekir, seni o kurtardı.” dedi pansiyon sahibi. Ziyanur bundan son derece memnun olmuş görünüyordu. Bizimki tekrar lafa girmek üzereyken Ziyanur ince sesiyle “Aslında teşekkürü Sezer ve Yaldız beylere etmek gerekir, misafir ağırlamayı ve elimizdeki bilgileri ne ölçüde, hangi anlarda kullanabileceğimiz gibi görgüleri onlardan öğrendik.” dedi. Yaldız, hazırladığı hamlelerin arasından bir tanesini seçtiğini belli ederek öne doğru uzattı başını, bizimkine dönerek “Aslında teşekkürü size etmek gerekir, böyle riskli bir zamanda tek seçeneğiniz burası değildi, burayı seçmekle doğru adımı atmış oldunuz.” dedi. Sezer bu sözlerden sonra bazı hamlelerini elemişti bile. O da bunu yaptığını belli edercesine “Evet, diğer pansiyon sahiplerine yazık oldu, böyle bir zamanda herkesin eline iyilik yapma fırsatı geçmiyor.” dedi. Pansiyon sahibi bundan son derece rahatsız olduğunu belli etmemeye çalıştı ancak aptal üçüzler bile gerginliği sezdi. “Fırsatlar değil mi? Fırsatlardan bahsedeceksek evimin on iki odalı bir pansiyona dönüştürülmesi ve diğerlerinden oldukça ucuza kiralanmaları da bir fırsat sayılabilirdi.” dedi. Her konuşmaya olumlu ya da olumsuz tepkiler veren Dombili, bir moderatöre benziyordu. Sanki kimin konuşup kimin konuşmayacağına dair hükümler veriyor gibiydi. Bizimki hastalığının da etkisiyle, durumun karmaşıklığına dayanamayıp tekrar söze atıldı. Paltosunu tekrar üstüne atmıştı ve bu durum masanın başında kendisini oldukça tuhaf gösteriyordu.

“Beyler neler olduğunu anlamama izin verin. En son hatırladığım şey yağmurda sırılsıklam bir halde yürüdüğümdür. Başka bir şey anımsayamıyorum. Yemek için teşekkür ederim, ama merakımı da doyurmanızı isteyeceğim sizden. Hiçbirinizi tanımıyorum, siz de beni tanımıyorsunuz. Neler olduğunu birisi bana söyleyebilir mi?” dedi. Uzun zamandan beri böyle kesin ve net yargılarla konuşmamıştı. Hastalığın verdiği korku onu çevresine karşı duyarlı yapmıştı. Panik halinde konuşan bu misafiri pansiyon sahibi karşıladı ve merakını son derece giderecek şu sözleri söyledi: “Üç gün uyudun ve üç gün boyunca sayıkladın. Bir hazineden bahsettin. Yeşil renkli küflü bir binanın üst katında, orta odaya girince sağdaki duvarın içinde olan bir hazineyle ilgili konuşup durdun. Hatta sayıklarken bazen hazineyi bulmuş gibi bağırıyordun, altın külçelerini sayıyor gibiydin. Nafiz diye birisinden söz edip durdun. Dede diyordun bazen, sanırım Nafiz senin dedendi. Hazine aramaya gelmiş gibiydin. Şimdi bunlar meraklarını giderdiyse, seni hala burada tutmamızın sebebini anlamış olman gerekir.” dedi. Bizimki, tuhaf tuhaf anlatılanları dinlemiş ve bir hazine uğruna böyle bir karmaşanın içine düşmüş olmasından dolayı kendisinden iğrenerek ne diyeceğini bilmez halde orayı terk etmek istemişti. Tüm bunlar aynı anda olurken, üçüzler de normal olarak bu hikayeye inanmışken, Dombili dişlerini göstererek sırıttı ve Sezer ile Yaldız kahkahayı patlattılar. Pansiyon sahibi de kendisini tutamayarak güldü. Bizimki olan bitenin yeni farkına varmıştı ama hala kendisini güvende hissedemiyordu. Pansiyon sahibi “Hazinen olsaydı seni uyandırmazdık evlat.” dedi ve ekledi “Üç gün öküz gibi uyudun yahu!”. Bizimki öküz lafına aldanmadı, belli oluyordu ki bu bir yakınlık gösterme belirtisiydi. Pansiyon sahibi devam etti “Sen anlat bakalım, nereden geliyorsun, kimsin, nesin? Bizim merakımız hiç doymaz ama ona göre.” dedi ve gülümseyerek bizimkine baktı. Artık yerlerinde kımıl kımıl oynayan üçüzler bile tek akıl ve tek yürek olup dikkatlice ona bakıyorlardı. Sezer ve Yaldız da ilgilerini tamamen ona çevirmişlerdi. Paltosunun altında sıcaklık hisseden bizimki, zihnini yokladı. Bu sırada Ziyanur ve Dombili içeriye çay doldurmaya gitmişlerdi ancak onların bile kulakları masadaydı. Bizimki “Beyler gerçekten hatırlayamıyorum. Tek bildiğim hasta olduğum ve bir pansiyona yerleşmek isteyişim. Başka bir şey hatırlayamıyorum.” dedi. Yine de bir şeyler öğrenebileceği hevesiyle Yaldız kilit soruları sordu: “Adın ne? Nerelisin?”. Bizimki hiç düşünmeden ağzından çıkan kelimelere bıraktı kendisini: “Adım Abdullah Aşil, Horasan’lıyım.”.

Ziyanur çaydanlığı yere düşürürken Dombili yanacağından habersiz, buzdolabının altına bakmaya çalışıyordu.
Oğuz AKINCI

YORUMLAR

  • 0 Yorum