Seçkin, zarif, seçici.
Bizim mahallede bir çocuk vardı. Erik çaldığımızda, hem bize günah sayılmayacak hem de bize küfür ettiğinde ağaç sahibine çok günah yazılacak kadar küçüktük. Günahsız günahsız takılıyorduk, yeni dünya senin, erik benim, dut benim, kayısı senin... Geçinip gidiyorduk ne güzel. İstediğimiz yerden su içip istediğimiz yerde terliyorduk. Sonra o çocuk ilk günahı işledi. Ağaç sahibine, "Senin mi lan senin mi? Allah'ın ağacı işte, sanki senin!" diye bağırdı ağzındaki erikle. Bu soruyu sorarak bir devri kapatıp diğerini açtığının farkında değildi tabii. Haliyle gruptan dışlandı. Ama bilinçli bir şekilde değil, kendi kendine, doğal akış içerisinde oldu bu dışlanış. O, bu soruyu sorduğu için artık daha dikkatli olmak zorundaydı çünkü. Biz mi? Hem biraz daha meyve istiyorduk, yani ganimetimiz artmıştı sonuçta, hem de soru sormak gibi bir haydutluğu başka bir haydutluktan daha küçük görmüştük. Öyle öyle ufak bir yokluk döneminden sonra mevsimine göre ağaçları kemirmeye devam ettik. Soran çocuk, babası polis olduğu için başka şehre taşındı, tayin mevzusu yüzünden. Biz de farklı şekillerde işledik ilk günahlarımızı. Kimimiz yalan söyledi, kimimiz sigaraya başladı, kimimiz ilk kez mahallenin dışına çıktı...
Şimdi biraz daha büyüdük. Birkaç saniyeye milyarlarca yıl sığıyor. İşte buna hafıza denir. O olmadan madde kendisinin farkına varamaz. Mananın biraderidir hafıza. Daha birçok terim var ki belki işimizi kolaylaştırır belki zorlaştırır. İşimiz mi nedir? Farkına varmakla başlayabiliriz. Herhangi birisinden, kendimizden ya da masadaki pet şişeden, masadan. Çünkü en hayırlı halimiz farkına varmaktır. Mana ondadır, gerisi hafızalara işkence. Elimizde hayır ölçer mi var? Belki hayır... Kast edilen her şeyin başlangıcı olan uyanıştır. Yahut uykuya dalış... Ne anladığınıza bağlı. Diğer maddeler -öyle sanıyoruz- kendisinin farkında değilken, biz nasıl böyle bir öz farkındalıktan söz edebiliyoruz? Manayı burada aradığınız zaman çok pencere açılıyor ama hala binanın içindesiniz. Belki de binanın dışı yoktur? Binada mıyız peki? Öyleyse bina da hafızaya dahil. Bizim hem bilmediğimiz hem de öğrenemeyeceğimiz bir şeye ihtiyacımız var. Ne güzel kelimeleri eğip bükmek, çelişki oluşturmak. Tembellik isimse, bu yazılan da sıfatı... Fark yok. Sonuçta ikisi de bir şeyi nitelemek için var. Hem ne güzel ılık bir havada denizle güneşi karşına alıp uzun uzun düşünmek. Ona da ihtiyaç var ama kuzeye gidişe hazırlıklı olmak lazım. Bir gün güneye veda edilecek. Mersinli bir Velî'nin dediği gibi: Elegans. Elegans çok hassas bir ayar. Belki kelime anlamı farklı yerlere gider, belki bir araba modelinde kullanıldığında farklı terim anlamı var ama biz Mersinli sufiye kulak verelim. "Elegans". Onun ağzından çıktığı anda sanki ying yang demiş gibi duyuyorsunuz. İsmail Abi'nin dediği gibi ağzından çıkanla kulağının duyduğunun tam bir uyum içinde olmasına benziyor. Matematiği işleme doyuran sonsuz rakamlar ya da sıfırın ta kendisi gibi. Ama en önemlisi onun dediği gibi: Elegans, otuz üçün sıfır birin kendisi...
Bir sıfır ölçer var. Beşle kıyaslanınca farklı yok, on beşle kıyaslanınca farklı yok. Ama sıfırdan söz etmek için de saymak zorundayız: "Bir" sıfır var diye. Rakamları benzetme için kullanmayalım, direkt konuya girelim. İki şey yok ama birinin yokluğu diğerinden daha fazla. İki farklı şeyin yokluğu nasıl birbiriyle eşit olmaz? Hacimle ölçemeyiz. Sonuçta ikisi de yoktur. Olmayan şey nasıl ölçülür? Ya da olmayan bir şey olmayan bir şeyle kıyas edilir mi, öyle soralım. Galiba bu içsel bir sorun ve soru. Varlığı varsayılan bir şeyin boyutuna göre değişen bir boşluk, yokluk. Bu yüzden bir şeyin yokluğu başka bir şeyin yokluğundan büyük olabiliyor. Bu büyüklük hacimle alakalı değil, ona verilen önemin büyüklüğüyle alakalı.
Düşe kalka ilerler gibi, çığın aşağıya doğru inerken gittikçe toplanıp büyümesi gibi, birbirine düzensizce yaslanmış taşların oluşturduğu yüksek bir kule gibi... Ani bir aydınlanma sonucu bütün bunların kör olması, erimesi, yıkılması gibi. Eleganstan bahsediyorduk. Kovada birbirini aşağıya çeken yengeçler gibi değil de kovanın ta kendisi gibi. Elegans bozdu bizim çocukluk ayarımızı, çocuğa soruyu o sordurdu. Bu, ani bir kavrayış, tamamlanıştı. Geriye yavaş yavaş eksilmek geliyordu.
Bu arada çocuk ölmemiş. Sosyal medya hesaplarından gördüm nerelerde, neler yapmakta olduğunu. Babası gibi polis olmuş. Mesaj atmak istedim. "Niye sordun lan o soruyu?", "Senin yüzünden meyve yiyemedik lan kaç zaman!" demek istedim. Alacağım cevabı çok iyi bildiğim için vazgeçtim, demedim. "Sanane lan sanane? Sanki senin sorun? Ben soruyorum oğlum, sanki sen mi soruyorsun?" diyecekti. Sonra görevine, tayinine bakacaktı, o da babası gibi polis olmuş çünkü. Vazgeçtim... Yok hayır, bizim yüzümüzden bir günah daha işlemesin diye değil de, elegans öyle istediği için vazgeçtim.
Oğuz AKINCI
YORUMLAR