“Bir mimar olarak, öğrencilerin bizim elle çizdiğimiz projeleri bilgisayarda çizdiklerini görüyorum. Fakat o çizimlere ne kadar duyarlık katılıyor, onu bilmiyorum. Gerçi dünyadaki uygulamalarda sanatsal duyarlıkla teknolojiyi birleştiren tasarımlar var. Fakat Türkiye'de pek rastlamadım. Çünkü bu örtüşme de gelişmiş, belki daha kompleks bir eğitim, gelişmiş bir algı düzeyi gerekiyor. Bilim, sanayi, sanat, felsefe gelişmeyen bir toplumda mimarlar da bilgisayarı, yerli şoförlerin yabancı arabaları kullandıkları kadar kullanabiliyorlar.”
Doğan Kuban, Toplumun En Tehlikeli Cahilliği yazısından…
“Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz. Unutulmamalıdır ki, cumhuriyeti kuran kadronun çok önemli bir bölümünün dahi doğduğu, büyüdüğü topraklar yeni devletimizin sınırları dışında kalmıştır. (…) Uzun zamandır yaşadığımız kesintisiz savaşların, kayıpların etkisiyle biraz nefes alabilmek için o dönemde buna tamam denmiş olabilir. Asıl yanlış, dönemin tartışmalı şartları içinde yapılan bu fedakarlığa teslim olup, devlet ve toplum hayatını buna göre inşa etmeye kalkışmaktır. Biz bunu kabul etmiyoruz. Bu yanlış tarih ve medeniyet algısından vazgeçilmesi gerektiğini söylüyoruz.”
Recep Tayyip Erdoğan – Bursa, 22 Ekim 2016.
Nasıl ifade etsek? Bunu nasıl anlatsak? Anlatmak zorundayız. Anlatmalıyız. Muhakkak anlatacağız. Olan biteni idrak etmediğimizi idrak edersek, her şey düzelecek. Aksi halde her şey çok ama çok kötü olacak. Bu naifliğimiz, bu tuhaflığımız, bu idraksizliğimiz, bu “bencil”liğimiz bizi daha çok derin kuyulara atacak. Bu at gözlükleri bizi daha çok uçurumlardan yuvarlayacak.
Öncelikle zeki insan idrakimiz zayıf. Çok aptalı zeki, çok ahmağı akıllı, çok cahili âlim sanmak tuhaflığıyla yaralıyız. Hile ve desiseyle gol atanları, hakemi korkutup, seyircileri büyüleyerek büyük “star”, “asrın şusu, busu” yaftasıyla tepemizde fırtınalar kopartanları gerçek bir fark edişle idrak bile edemiyoruz. Müsveddelerin her işleri manipülasyon, her işleri hile, hurda. Şüphesiz ki, bu “show çağı”nda en görünür olan, hakikatte itibar görmeye en az layık olandır. Kur'an’ın sık vurguladığı bir üslupla: “Çoğu bunu bilmez. Çokluk umumiyetle yanılır.” Bu yazdıklarımız politik bir vurgudan çok sosyolojik, kültürel bir vurgu taşımaktadır. Günlük siyaset hin kargaların işidir. Biz çok daha yükseğini, çok daha fazlasını hedefleyelim. Göründüğü kadarıyla modernite bizi çok aşan bir sorunlar yumağını bize çözüm diye dayatıyor. Günlük ahlakı yükseltmeden, yalanı hayatımızdan kovmadan – ki o kadar zor ki bunu yapmak, doğru söylemek, kalbindekini, inandığını söylemek bazen ileri bir adım bile atmayı engelleyen bir suç olabiliyor – “Mekke Yetimi” kimdi, neydi, ne getirdi, bize ne anlattı anlamadan değil Müslüman, adam olmamız bile çok zor görünüyor.
Kötü yemekler yiyoruz. En kuvvetli ihtimal iyisini hiç görmediğimiz, bilmediğimizden biteviye zehirlenmekte olduğumuzu da fark edemiyoruz.
Yazının girişinde “bencil” kelimesini tırnak içine aldık. Bu kelime nefsanilik, menfaatçilik anlamında kullanılmadı. Kendi dar açısı dışında başka bir açıyı fark etmeme, kendi dilinin, kelime haznesinin acınası fukaralığını fark etmeme anlamında kullanıldı. Bu çeşit bencillik bir çeşit uzmanlık yoksunluğudur. Uzman değiliz. Uzmanlık bilmiyoruz. Uzmanlığa inanmıyoruz. Öylesine okuyor, öylesine yorumluyor, öylesine yürüyüp, tökezleyip, yuvarlanıp gidiyoruz. Esen rüzgardan hile sezmeyi bırakın, her tarafından ciddiyetsizlik fışkıran mizansenleri bile “eyi gidiyoruz, her şey çok güzel” diye okuyabiliyoruz.
Belki de en büyük suçumuz, okumayı bilmemek. Günlük hayatın olağan akışında bile tökezleyen, önüne çıkan üç beş ara yoldan hep en yanlışını tercih eden, ahmakâne ve intihara meyilli bir alt kültür; altı yönümüzü kuşatmış, bizi hep daha aşağılara, en aşağılara çekiyor. Coğrafyamızın insanlarının ezici çoğunluğunu esir almış bu alt kültür, bizim öz kültürümüz, hakiki kültürümüz değildir. Çıtayı, eşiği miladi 1600’lere kadar çekmeden de bugünkü kısır zıtlaşmalarda, zıtlaşanların da, güya tarafsız kalanların da, oyun bittikten sonra, aynı kapta poşetlenip, çöpe atılacağını keşfedemeyeceğiz. Batı dünyası keşifler çağını hakkıyla yaşadı, keşfettiklerini değerlendirdi ve zahiri planda her manada üstünlük kurdu, galip geldi. “Amerika’yı yeniden keşfetmeye lüzum yok” deyimindeki gibi bir kez keşfedilen bir daha keşfedilmez. Önce neyi keşfedeceğimizi iyi bellemeliyiz. Bu çağın en büyük keşiflerinden birini saygıdeğer kamuoyunun dikkatine sunuyoruz: Bize hakim olan kültür bir alt-kültürden ibarettir. Kendisinden kurtulunması gereken bir karabasandır. Bizi biz yaptığını sandığımız şeylerin çoğu koftiden amatörlükler, çapsız sığlıklardan ibarettir. Coğrafyamızdaki neredeyse hiçbir fikir sistemciği, dünya görüşü, siyasi görüş; işaret ettiğini sandığı şeye işaret etmemekte, bizi tabelasının vaad ettiği yere götürememektedir. Sağcılık, solculuk, avamî - bedevî dindarlık ve benzerleri ve de birbirine benzemeyenleri aslında aynı tuhaf curcunanın ancak birbirinin varlığıyla ayakta durabilen ecnebi hilelerinden ibarettir. Bu var olanların güya oldukları şeyle ilintisi ancak Ebu Cehil karpuzunun karpuza benzerliği kadardır. Gerçek karpuzumuzu bile hilelerle kabak tohumuna kaybetmişken bu kadar rahat olamayız. Bu alt-kültürden kurtulmalıyız. Başka türlü her yeni gelecek günün, öncesinden de tuhaf bir tecelliye mazhar olarak, bizi hem bâtın hem zahir planında madara etmesinden kurtulamayacağız. Şu anda kubbe yerinde duruyor. Oysa her şey bir telin kopmasına, bir kilit taşının düşmesine bakar. Bu kubbenin böyle intizamlı görünüşünün ardında bir sistem fikri, bir farkındalık, bir derinlik yok. Kimse demediler demesin. İşte söylüyoruz.
Yıllardır bu meseleyi düşünüyoruz. Bunun üzerinde çalışıyoruz uzun süredir. Biz en baştan beri mi böyleydik, ta Orta Asya’dan gelen ve şimdiki İran ve Anadolu üzerinden katılanlarla, birbirine katışanlarla alışveriş yapa yapa, bütünleştikçe mi böyle tuhaf olduk? Çözülmesi yüksek bir yetenekler bütünü istiyor. Gereken dengeli bir yetenekler bütünüdür.
Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde Zülkarneyn’le karşılaşan “Dilleri tuhaf, ifadeleri yetersiz” kavmin “bu kavim” olduğunu söyler. Hatta, durum o kadar vahimdir ki Zülkarneyn’in “özel yetenekleri” olmasa “onlara söz anlatamayacak, onlar da ona dertlerini anlatamayacaklardı”. Yazır’a göre “bu kavim Türk kavmidir.” Belki de bu bir komplonun bir parçasıdır. İçinde yaşatılmakta olduğumuz kocaman bir komplonun… Biz Müslümanlar dünyanın yalan dünya olduğuna inanırken yaşadığımız coğrafyada bu yalanın üzerine sanki ikinci bir kat yalan daha çekilmiş. İkinci kat yalanımız kokuyor. Yalanın dökülesi boyaları cami halısına serpilmiş gül suyu kokuyor, yeşil paralar kokuyor, Mesnevi’deki hilebazın ince bıyıklarına sürdüğü kuyruk yağı kokuyor. Öyle ki, Yazır’ın aktardığı “O kavim Türk kavmidir” sırrı belki de komplocuların duyulmasını, idrak edilmesini en istemedikleri sırlardandır. İlginçtir, Taberî’nin bahse konu tefsiri Osmanlı kütüphanelerinden son dönem sanki tek tek çalınmış, yok edilmiş. Yok. Bu kadar yokun, yoksunluğun var sayıldığı bir memlekette bu gerçekten de yok.
Dilimiz tuhafsa düzelteceğiz. Beynimizin merkezi fonksiyonlarını amigdalaya* değil prefrontal kortekse** gördüreceğiz. Az duygulanıp, çok düşüneceğiz. Şu arabesk hislerden, topal yürüyüşten kurtulacağız. Bu kendini bilmektir. Bu özel yetenektir.
Kişinin de, kavmin de, kavmin - sıradan olsun, yeni iç kavmin asil olsun - mensuplarının da kendilerini bilmeleri gibi irfan olmaz.
Türkiye taşradan kurtulmalıdır. “Know thyself.”
*Amigdala: Başta korku olmak üzere, duyguların denetiminden sorumlu olan dopamin, noradrenalin ve adrenalin salgılanması için ventral tegmental bölge, locus coeruleus ve laterodorsal tegmental nucleusa da çeşitli uyaranlar yollar.
**Prefrontal korteks: Bütün kaynaklardan gelen bilgilerin düzenlendiği ve birleştirilip ortaya çıkarılacak davranışa karar verildiği yerdir. İnsan prefrontal korteksi bütün sinir sistemi aktivitelerinde bilgileri dikkatlice toplar, bütünleştirir, formülleştirir, uygular, denetler, değişiklikler yapar ve yargılar. Korku, evet korku…
Ahmet KUBİLAY 2016-11-05 12:50:20
YORUMLAR