Bazı satranç bilenler, “Bir satranç oyuncusu hayat boyu ulaşabileceği satranç başarısının yüzde doksanına azami beş yılda ulaşır, artan ömrü kalan yüzde ona ulaşmakla geçer” derler. “On yaşında başlansa da; kırk yaşında başlansa da bu böyledir” diyen bilir kişiler de mevcut.
Yani insan bütün ömrünü bir meseleye adasa da kimi yerde o meseledeki başarı hedefine ulaşamayabilir. Hem iyi bir eğitim çevresi ve sosyal ortam, hem de iyi okul ve öğretmenler bakımından nasibi olmak da bir yere kadar insanı götürür. DNA, genetik, soy, akrabalık kavramlarının bu noktada da geçerli olduğunu unutmayalım.
O yüzden ülkemizde daha kaliteli eğitim için "yabancı eğitimciler" seçeneğini kullanabiliriz. Bütün hocaları yabancı bir ülkeden (Norveç, İsveç, Güney Kore) getirilen, en az on sene "yerli" hiç bir hocanın hiç bir şeye müdahale etmediği, akademik yerli kadronun o ortamda oluşacağı bir sistem. Pilot uygulamaları yalnızca teknik bilimlerde yapılmalı. Şu aşamada ülkemize gereken teknik üniversiteler üzerinden üretim modeli ve düzeninin inşaıdır. Neden yerli hoca, idareci, laborant, temizlikçileri uzak tutalım sorusuna da “sorunlu genotip ve fenotip” ibaresi cevap olabilir.
Tecriti savunuyoruz. Yani “halk içinde hakla beraber” düsturu var ya tasavvufta, onun gibi. Hem onların içinde ol, hem benzerlerinle ayrı bir dünya kur. Onlar kim? Güdümsüz olmayanlar. Çalışkan olanlar. Benzerlerin. Sana benzeyenler. Beraber çok katmanlı iş yapabileceğin, zihni yani DNA'sı çalışkanlığa yatkın olanlar... Benzerlerin, teknik ölçülerle, çalışkanlık, disiplin, analitik düşünce, teyzecil duygusallıktan uzaklık ölçülerine uygun olanlar. (Osmanlı'nın devşirme sistemini bunun için kurduğunu düşünüyorum.)
Zihinsel alt yapımız, kültürel derinliksizliğimiz dikkat çekici, dönüştürücü iş/işler yapmaya müsait değil. Bir üretim toplumu değil eldeki. 80 sonrası Özal gibi yöneticilerin liderliğinde serbest piyasa küresel piyasaya entegre olma kararı verildiğinde belki Japon, Güney Kore modelini umdular. Ama öyle bir halk yok. Karşılaşılan şey tam bir hayal kırıklığı. O yüzden 80’lerden beri hazırdan yiyoruz, mevcudu traşlayıp, teyelleyip yeniden kullanıyor, yeniden giyiyoruz.
O yüzden alamete binmiş malum yere gidiyoruz. Masanın kıyısında, köşesinde bir yer kapmak da mümkün olmayabilir. Gel de anlat. Herkes öfke kusacak bu duruma. Ben yüksek zekaya inanıyorum. Bir yolu bulunacaktır. Türkiye bu kuşatmayı kıracaktır.
Daha güçlü bir yapı ihtimalini kuvvetli ummak istiyorum. Ama hakim "altkültür" bunu başaracak gibi durmuyor. Dunning-Kruger meselesi... Halkın içinden, cv’si kalabalık, çok okuyan bir sınıf çıkarsa düzelebilir diye umuyorum... Fakat ortalama insanda almazlık denilen bir durum var.
Almaz kimdir? Aslında üç kuruşluk menfaati dışında hiçbir şeyi gerçek anlamda önemsemeyen, paçoz, okumuşu daha da tehlikeli olan bir tip. Yazık ki tecrübemle, gözlemlerimle bunların oranının yüzde doksanı aştığını düşünüyorum. Bu konuda kendimi iyimser olmaya zorluyorum ama çoğu "nefs-i emmare"nin en paçoz halini yaşayan çok dalgın insanlar... Menfaat için bile uzun soluklu bir araya gelme yetenekleri yok. Kahraman zaten yok. “Vigilante” mümkün görünmüyor. Yani toplumu ilgilendiren konularda tedbirli, tetikte olan isim/isimler yok.
Memleket insanlarından aklı yüksek olan kimilerinde de iki aşamalı, üç aşamalı uyanıklık yok. Şirketin var diyelim, adama şubeyi iki gün bırak, üçüncü gün geleceğini bildiği halde vurgununu yapıyor eğer aklı çalışıyorsa... Soyut bir sistem fikri kafada oluşmuyor. Suç işlerken bile çok amatör, vurguncu, iki adım sonrası kat kat fazla bir menfaate; anlık, küçük menfaati tercih eden, tuhaf bir vurgunculuk bu.
Anglosakson tipinin tam tersi. Randevu sadakati olmayan, basit mazeretlere sığınan, verdiği sözü tutma yeteneği olmayan milyonları görmezden gelerek, onlara hayatlarını idame ve sistemde kendi üzerlerine düşen görevi yapacak kadar eğitim vererek, öyle olmayanları, zaten doğuştan disiplinli, çalışkan olanları birbirinden ayırmalı. Bu “içinizden bir kavim” yöntemidir ve Kuranîdir.
Ben bu manada eğitime inanmıyorum. Zaten yapabilenin yapabilmesinin imkanının sağlanmasına inanıyorum. Pele’yi, Muhammed Ali’yi yetiştirmezsiniz. O orada bir yerlerdedir. Siz ancak onu keşfeder ve önünü açarsınız.
Yürümeyen işler; hep, işin içine dahil edilen iyi niyetli, inanan ama beceriksiz tiplerin o işin içinde olmasından ötürü yürümez. En baştan seçim yapılmalı. Seçim en baştan yapılmalı ve yolda da düşenler, tökezleyenler, yola çıkış sebebini unutacak kadar naif olanlar geride, uygun mevzilerde bırakılmalı. İnanıp da bir şey yapmayanlar inanmayanlardan sayılmalıdır. Tribünleri ihmal etmemekle beraber oyuncuyla seyirci arasında net ve adil bir ayrım yapılmalıdır. Bu, milletin büyük yürüyüşüdür; çocuk oyunu değil!
Mertebeli, kurallı, seçimli bir sosyal sınıfın varlığı milletin bekaı için elzemdir. Olmazsa olmazdır. Muhakkak yapılmalıdır. Önceki iki büyük imparatorluk da aynı mübarek ve mukaddes ellerce kurulduğuna göre işte şimdi töre, kadro, proje ortadadır. Bozkır yeşermeli, dünyanın Büyük Huzur santrali muhteşem Anadolu topraklarında özelde İslam dünyası, genelde bütün insanlığa hitap eder şekilde “faal” hale getirilmelidir.
Ahi Evren'deki evren ejder anlamında… Hâlâ bazı Kahramanmaraş, Sivas köylerinde kurda da evran/evren derler. Ahi Evren, Kırşehir’de yatan zatın adı değil. En üst rütbenin adı. Bir sürü “ahi evren” var. Her dönem ancak bir tane olur.
Bizim akademyamız, özellikle “sağ”, hödük ötesidir. Bir başka efsane de üçler, yediler, kırklar… Ahi Evren'in altındaki halkalardır onlar. Uçan kaçan insanüstü insanlar değildir. Lakin mahremiyet, halkın abuk subuk yorumlamasına göz yummaktır.
Bu ejderha yumurtası söylemi bizde vardır. Kişisel proje dediğimiz hayati süreç, o yumurtadan işe yarar bir şeyler çıkarılmasıdır. Nefs terbiyesiyle beraber. Bir iş tutulması, bir meslek edinilmesi...
Zaman bizim için bu andır. Yoksa geçmiş, gelecek hepsi yaratılmış ve bütün her şey ihtimaller örgüsü olarak mevcuttur. Kuşun göğsünde durup, tabir edilince yere (arza) indiğine dair rivayet bu ihtimaller örgüsünü yönlendirmekle ilgilidir. Muhtemel binlerce gelecekten hangisini seçeceğimiz büyük oranda bizim elimizde.
Biz eşyayı İbn-i Arabî’nin anladığı gibi anlıyoruz. Yine Allah istediği için, teşbihte hata olmaz, kader kalemi insanın kendi eline veriliyor. "Dua edin kabul edeyim."
Toplu rüya tabiri çok önemli. Sahabe gibi beraber olmak aslında toplu rüya tabiri yapmak demek. Ben Rasulullah ve sahabesinin ortak hayatından bunu anlıyorum.
Namazdan önce Rasulullah "Senin göğsün öne çıkmış. Siz ikinizin arası açık, omuzlarınız birleşsin!" gibi düzeltmeler yapıyor. İş hep senkronizasyonla ilgili. Rasulullah bu fizik tedbirleri alırken "yoksa aranıza şeytan girer" diyor. Yani hem ayrı ayrı hayatlarımız olacak; hem de ortak bir rüya inşa edeceğiz. Yaşamak 7/24 gördüğün rüyayı tabir etmek. Ben Kuran'ın genelinden bunu anlıyorum.
Bu toplu rüyanın manevi merkezi Hz. Pir'in otağı ve Selimiye Camii’dir.
Ahmet Kubilay 2018-01-30 19:29:15
YORUMLAR