1.Bir tespitimi aktarayım istedim. Her fırsatta Hattuşaş'a gider, gezerim... Bunu sık sık yaparım. Meslekten arkeolog değilim. Ama mevcut sistemin yamuk yumuk diplomaları kimin umurunda ki!
Yazılıkaya'da "Tanrı" figürleri vesaire vardır bilirsiniz. Yakından, gözle görünce aklıma hep şu gelir: Yazılıkaya'yı ilk gördüğümde, (Mısır'dakileri daha önce görmüştüm: Giza, Tebb, vesairede o kabartmaları, Tanrı figürlerini vesaire...) yarım metre, bir metre yüksekliğinde, eciş bücüş, Mısır'da da aynı dönemde yapılmış eserleri düşünürüm. Mısırlıların heykelleri otuz metre, elli metre... Korkunç bir estetik netlik var. Acayip bir ince işçilik var. Bazen milimetrik yapılmış kesimler var.
Ehline ayıp olmasın ama benim eciş büçüş işlerin dönemi diye tanımladığım dönemlerde bu adamlar (Hititliler) başa baş Mısır'la savaşıyorlar... Handiyse Mısır'ı işgal edecek kadar da güçlüler. Her defasında kendi kendime "Ula bu bizim topraklarda hep tuhaf bir estetik problemi olagelmiş." der, gülerim. Hititler ticareti de zaten Asur kolonilerine yerleştirdikleri "el"e yaptırıyorlar... Saraylarının bile yalnızca temelleri taştan, kalıcı biçimde yapılmış; diğer kısımlar kerpiçten, ahşaptan inşa edilmiş. Koskocaman Hitit sarayları resmen kargir bina.
Hattuşaş'ın giriş kapılarındaki aslan heykelleriyle Mısır'daki heykeller kıyaslanamayacak kadar farklı. Mısır'dakiler müthiş estetik, müthiş güzeller. Hattuşaş'taki pek çok yüzey kazıma, kabartma işini sanki canları sıkılmış da yarım bırakmışlar gibi. Sanki hep üşenmişler. Sanki Katırcı Bedri Ağa'nın torunu Fikri gibi, birileri parayı iç etmiş, işi yarım teslim etmiş gibi...
Elbette bana da malumdur ki, Hititler dönemin süper gücü. Bugün Çorum vilayetimizin sınırları içinde kalan başkentlerinin yerleşim yeri muhteşem. Uçurumlarla korunan bir başkent. Dünyada bilinen ilk "mümkün mertebe demokratik" yönetime sahipler. Kral var ama bir de "Pankuş" adında meclis var. Pankuş kanun yapıyor. Tarihte ilk defa kodifikasyonu şahıs değil bir meclis yapıyor. Her ne kadar yalnızca asillere açık olsa da meclis aracılığıyla yönetim tek bir kişidense ortak akla, daha fazla insana verilmiş oluyor. En azından Kral her mevzuda üzerinde bir baskı hissediyor, kafasına göre karar veremiyor.
Hititler dönemlerine göre çok sağlam bir hukuk anlayışına, ticaret sistemine, bürokratik düzene sahipler. Bunlarla beraber, gelin görün ki, aynı Hitit estetikte sorunlu. Sadece "Askerim var, gücüm var, gerisi önemli değil!"" diyor. Ticareti yabancılara bırakıyor.
Bu topraklarda askeri örgütlenmeyi bilen, onun dışındaki meseleleri "Parasını verir alırız, emrederiz yaptırırız." diye düşünen bir zihniyet binlerce yıldır aynı gibime gelir hep. Kastettiğim bu.
Neşâlı krallar, Hattiler veaire. Bunları okudukça (duygusal mânâda) Türklüklerinden hiç şüphem olmadı. Elbette buna bilimsel delil olamaz ama benim fikrim bu yönde. Çünkü kafa aynı. Başka kökten, başka ırktanlar ama bu coğrafya yaşayanını resmen aynılaştırıyor. Topraklarımızda mesele biraz "kalıcı sistem" fikrinin Anglosaksonlardan, Çinlilerden vs farklı olması... Ve eğri oturalım, doğru konuşalım: sistem fikrinin neredeyse olmayışı. Dış rüzgarlara fazlasıyla açık olma hâli.
Bu bizdeki çok "unique". Çok kendine özgü. İcat yapmaktan çok, var olan bir sistemi yürütmek yeteneği.
Osmanlı, Bizans'ın üstüne oturur. Bürokratik sistemi vesaire zihniyet anlamında aynen benimser. Bizim gurbetçilerin okumuşlarının, iş başaranların Avrupa'daki duruşu gibi. Mevcut durumda örgütlenip, sistemi ele geçirmek gibi bir meseleleri olmuyor. Ortalama insanımızın meselesi ortama yeni bir renk getirme, damgasını vurma, bir sistemi değiştirmek değil işine, oluruna, keyfine bakmaktır. Pek "gürültü, patırtı yapmadan" kârına kisbine bakmak, ekmeğinin peşinde olmaktır. Daha derin bir estetik, bir etrafını olumlu, sistematik mânâda değiştirmek düşüncesi yoktur. Hâkim olan "başımıza iş almayalım" hissidir. Dikkat: "Düşüncesidir" demiyorum "hissidir" diyorum.
"The Matrix" filminde Ajan Smith'in bir insan tarifi vardır. Ajan Smith, "Sizinle, bir süredir kafamı meşgul eden bir düşüncemi paylaşmak istiyorum. Bu düşünce aklıma sizin türünüzü sınıflandırmaya çalışırken geldi ve anladım ki sizler aslında memeliler sınıfına dahil değilsiniz. Bu gezegendeki tüm memeliler, yaşadıkları çevre ile içgüdüsel olarak bir denge kuruyorlar. Ama siz insanlar öyle değilsiniz. Bir bölgeye yerleşiyorsunuz ve çoğalıyorsunuz. Tüm doğal kaynakları tüketene kadar çoğalıyorsunuz. Canlı kalabilmenizin tek yolu başka bir bölgeye yayılmak. Bu gezegende bu şekilde yaşamını sürdüren bir organizma daha var. Ne olduğunu biliyor musunuz? Virüsler. İnsanlar hastalıktır. Bu gezegenin kanserleri. Sizler vebasınız. Ve bizler de bunların ilacıyız." der.
Sanki yukarıdaki tarifteki türü en andıran kimseler bazı kara Anadolu sakinleridir. Tam olarak onu söyleyecektim... Burada yanlış anlaşılma ihtimali olan bir husus var. Hâşâ huzurdan Türklüğü kastetmiyorum. Bunu bu şekliyle ilk olarak Emre Aköz 2000'lerin başında tanımladı, yazdı: Afyon'dan Erzurum'a deniz görmeyen halkın bulunduğu bölgeye kara Anadolu denir. Analitik düşünce sorunlu, ortaklığı pek beceremez, ortalama duygudurum kontrolü seviyesi "nerede tırak, orada bırak" olan, asırlardır ağır maliyetlerle varlığını sürdüren bir zihniyettir. Bu zihniyet bize en azından "bir imparatorluğa" mal olmuştur. Derin Devlet lazımsa işte tam da bu noktada lazımdır: Bu tipler "apartman yöneticisi" bile yapılmamalıdır. Bu sadece ülkemizin değil İslam dünyası ve tüm dünyanın selameti için gereklidir. Çünkü dünyaya huzur santrali olacak güç ancak bu topraklardan inşa edilebilir. Buna engel olan babam bile olsa "apartman yöneticisi", "sınıf başkanı", "taksi durağı idarecisi" bile olmamalıdır.
2.Zülkarneyn kıssası var Kuran'da. Bu kıssayı tefsir eden Taberî (Kehf suresinde) Zülkarneyn'den Yecüc Mecüc'e karşı yardım isteyen kavmin, Türkler olduğunu söyler. Hiçbir delil ortaya koymadan, hissen ifade eder. Elmalılı Hamdi Yazır da bu yorumu destekler.
O kavim "dilleri var, tuhaf, anlaşamazlar" diye tarif edilirken, Yazır, "Ama ehli elinde idare edilirlerse dünyaya hakim olurlar." diye tanımlar mealen. Aslında Gog magog değil de hem o özü taşıyan hem aksine dönüşebilen bir genetik yapı kastediliyor. Kendi içlerinde o öz var, bundan şikayetçi olup, değiştiklerinde bu öz büyük avantaja dönüşebiliyor.
Şu alıntıyı yapıştırayım önce: "Kehf Suresi 94. ayet için Elmalılı Yazır'a ait tarif: Dilleri tuhaf, ifadeleri yetersizdi. Zülkarneyn'e her şeyden bir sebep (vasıta) verilmemiş olsaydı bunlara söz anlatamayacak, onlar da dertlerini anlatamayacaklardı. Bununla beraber bunlar, şimdi anlaşılacağı üzere ehlini bulunca güç oluşturabilecek, işe yarayacak bir kavimdi. Kur'ân bunun hangi kavim olduğunu açıkça anlatmamıştır. Fakat tefsir bilginleri, Türk kavmidir denilmiş olduğunu öteden beri nakletmişlerdir."
Bu tarifteki en önemli "şey"i tekrar yazalım: "Bununla beraber bunlar, şimdi anlaşılacağı üzere ehlini bulunca güç oluşturabilecek, işe yarayacak bir kavimdi."
Hatta Elmalılı daha da ilerliyor: "Ve şu halde Türklerin yok olması, Ye'cûc ve Me'cûc seddinin yıkılması ve yeryüzü düzenini bozulması demek olacaktır ki, kıyametin alâmetlerindendir."
Yani Türklerin varlığı, güçlü, iş başında oluşları "yeryüzü düzeninin devamı" anlamına gelir, demeye getiriyor. Yani aslında Taberî dahil pek çok tefsircide Türkler hakkında inceden inceye, alttan alta bir "üstün kavim" idraki var... Burada Türk derken de kelime "Anadolu'da hakim olan kültür" anlamında kullanılıyor. İçine bildiğimiz kara Anadolu Türkünü, Kürdü, Çerkezi, Levanteni, Beyaz Türkleri, muhacirleri, Tatarı, gizli açık Ermeni ve Rum vatandaşlarımızı da alan bir tanım bu. Üç kıtasının geçiş noktasında olmak, Avrupa, Haçlı, Batı dünyası karşısında bir koçbaşı gibi bütün Asya'nın ve Afrika'nın uzantısı olmak, Avrupa'dan bakınca hemen gerisinde Hicaz bölgesini, Mekke, Medine'yi, mübarek toprakları koruyor olmak. Yani Türkiye Batı'ya karşı Doğu'nun, Doğu'ya karşı Batı'nın ileri karakoludur. Geçiş yeri, sel yatağı, kesişim noktasıdır. Burada bulunan her kavim bu "üstün olmak zorunluluğu taşıyan" karaktere bürünmek zorunda kalacaktır. Meseleyi bir ırk üzerinden tarif etmiyoruz, bizi biz yapan başat unsur "bu yerde olmak, burada olmak, Anadolu'da olmak" açısıdır. Üzerine, Orta Asya'dan buraya gelene kadar öğrenilen örgütlenme, devlet olma, siyaset üretme usulleri ile ulaşılan nokta, kendisinden kaçılamayan sorumlulukların ağır yüklenicisi yapıyor bu toplumu. Yüklenici kelimesinin eşanlamlısı müteahhit. Bazıları bunu çok yanlış anladı, kurtuluş inşaat müteahhitliğinde sandılar. Bunlar hep soyutlama yeteneği zayıflığı ve küçük düşünme alışkanlığından. Oysa "Sen Türkiye'sin, büyük düşün!"
Yani bu coğrafyayı, Anadolu adı verilen toprakları kim tutarsa bu şekilde tanımlanacaktır. Burada her kim bulunursa ağır ağır bu tanımdaki "millet"e evrilecektir. Sosyal evrim diye bir şeyin varlığına kesinlikle iman ediyoruz. Sünnetullah'ın bir görünümü olarak evrim vardır.
Ben bunun sebebini biraz da genetiğe bağlıyorum. Metehan'ın onlu sistemiyle örgütlenmiş olmak, dünyayı algılamaktaki farklılık, mesela kolonyal Hintli ezikliği bizde yoktur. Sinsi de olsak, fırsatını bulup sözde efendimizi, efendilik taslayanı öpmeyi kesinlikle düşünürüz.
3. Hocam ben biraz işin pratiğinin içindeyim... Safsatacı düşünmeye karşı savaşıyorum. Analitik düşünce yaygınlaşsın istiyorum ama tespit ettiğim bir örüntüler toplamı, bir "büyük resim" var. Belli bir akıl seviyesini toplamda aşmak bizi birbirimize düşürüyor. Az sayıda adam bilecek, diğerleri, safsata mafsata, onlara itimat edip, uyacak.
4. Mesela, tek başına dikilirken bir şey sorduğun, kime sorduğun da çok açık olduğu halde (çünkü etrafta başka kimse yok) "ben mi?" diye soruya soruyla duran kimse var ya.
Enaniyetinden, başkası tarafından herhangi bir tavsiyeyi vesaire (gereksiz biçimde) yönlendirme kabul eden bir tip olduğundan öyle sorar. Köylülerde çok yaygındır. Adam tek başınayken bir şey sorarsın, bir şey söylersin, ilk tepkisi; (aslında tepkisi, cümlesi değil), "ben mi?" olur. Aslında o "ben mi?" bir (Ben tek başıma iyiyim. Bana niye soruyorsun?) türünde tepkidir.
Bu "ben mi?" meselesine rastladın mı insanlarda? Bizim frekansımızın da bu türden klişeleri ortaya çıkarma yeteneği var. Yani klişe değil ortaya çıkan. Hiç şaşmaz. Aynı kelime sırasıyla gelir ilk tepkiler. Sorduğun soruya anlamsız bir şekilde "ben mi?" diye tepki verir. Yok deden!
Başka bir klişe de "Bununla amaçlanan tam olarak nedir?" sorusudur. Meseleyi anlatırsın, "Çalışıyoruz, koşturuyoruz, kendimizi bu gayeye adadık, Allah rızası vesaire...", durur durur sorarlar: "amaç tam olarak nedir?" El cevap: Elinin körü!
"Amaç" ve "tam olarak" ifadeleri değişmez bu klişede. Davanın çok ayrıntılandırılmadan genel olarak veya gerekenden fazla anlatıldığı durumda, muhatap, anladı ama umursamıyor veya kendi fikrine göre sevimsiz buluyorsa, "Yaptıklarınızda amaç nedir?" diye sorar. Bu soruyu duyduğunda yüzde doksan bu anlattığım sebeplerdendir, yüzde on ihtimal olarak da o soru gerçekten bir "amaç nedir" sorusudur. Bu soruya elbette itirazımız yok. Sadece, bir insanın tepkisini böyle bir bedevi kurnazlığıyla ifade etmesini delikanlıca bulmuyoruz. Beğenmiyorsan, "beğenmiyorum" de.
Zaten sahaya indiğinde görüyorsun. Var olanların yüzde doksanı delikanlı değil. "Ortamlarda" mert, delikanlı kodlarının tersi hakim ama biz tutup da düzüyle tanımlayamayız. Yani, "namertsiniz", "delikanlı değilsiniz" denmez. Çünkü muhatap olduğumuz sosyal ruh halleri, öğrenilmiş çaresizlik türünden mazur görmek zorunda olduğumuz, insanların farkında olmadığı arızalardır. Ama kasıtla yapılmış olsalardı bugün en masum sayılabilecek günlük hareketler bile "karaktersizlik", "sabotörlük", "alçaklık" olarak tanımlanabilirdi. Ama çocuklar gibi şeniz. Toplumca kastımız yoktur. O zaman kimseler bunu öğrenene kadar masum sayılmalılar.
Yani misal alemi benzeri alemler var. Bizimle temasta acemiyken dışarı kaçışlarda bazı "cep alem"ler var. Oralarda bulunan bir "yenidoğan" muhakkak bu klişelerden birini ama bilmeden, ama bilerek kullanır.
Yani örüntü ile anlıyoruz bunu. Mesela: Hastane kurulacak. Bir arazi var. Anlatıyorsun oralı birine. Yani uzun süredir hastalıktan kırılan bir bölge. O adamın bunu bilmemesi mümkün değil. Hastalık salgın ve herkes muzdarip. Hastane fikri muhakkak sevinilmesi gereken bir fikir. Ama muhatabımız bizi dinlerken sevinmiyor. O yüzden dinliyor, dinliyor, duruyor, duruyor ve "Ama amaç nedir?" diye soruyor. Bu örüntü de yaygındır. Aslında o adamın sana söylemediği bir şey var. İstimlake gidecek arazi ona ait! Toplumun menfaati o yüzden umurunda değil. Anlattığın projeden ötürü kendi küçük menfaati ırgalanacaktır. O yüzden öyle direkt itiraz etmez de, meseleyi önemsizleştirmeye çalışarak karşı durur. Sinsidir! Bu örüntü de yaygındır.
Yani ezcümle, kıssadan hisse, bir projeyi yeni anlattığımız biri "Amaç nedir?" diyorsa genelde o iş yaştır. Aslında amacı falan merak etmiyor. O bir püskürtme sorusu.
Hiç şaşmaz biliyor musun? En başta şu "ben mi"yi fark etmişsen, bizim meslekte çok fazlasına denk gelirsin. Ve genelde de iyidir, kimsenin görmediği yolu gösterir. Göstergedir.
Bu işin bir de şu boyutu var: Projenin ilk anlatıldığı ve aslında gayet anlayan ve faydasına da inanması gerektiği halde inanmayan birine onu şeytan söyletiyor ya, bunu fark etmelisin.
Birine aslında yapmak zorunda olduğu bir şeyi yapmasını söylediğinde "ben mi" der muhakkak. Şeytan insanları aynı örüntüler üzerinden konuşturur. İfadeler bile bire bir aynıdır.
5."Coğrafyamızda temsil edilen politik yapılar, Truman Doktrini zamanından beri yürüyen projelere tâbi, (feyk) hareketlerdir." mi diyelim? Nasıl diyelim?
Üstüne üstlük, bir de; "Gerçekten milli olanlar dernek seviye ve hüviyetindedirler." mi diyelim? "Aslında bugün dünya dengeleri değişmiştir ama zamanında dükkanlarını en iyi yerde açtıklarından bu hareketler hâlâ ayakta kalmaya ve halktan yoğun destek almaya devam etmektedirler." mi diyelim?
Yani aslında artık gerçekten millî kuruluşlar kurmak çok daha kolay. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında dünyadaki (1929 Krizi) konjonktürden dolayı ortaya çıkan bağımsız davranma imkanına benzer bir şekilde önümüzdeki bir süreçte "Yaptık yaptık; yapamadık Filistin" mi diyelim? "Yapamadık Lübnan?" "Yapamadık Suriye?" Bu süreç ne kadar sürer? 5 yıl, 10 yıl, 20 yıl. Endüstri 4.0, yeni teknolojiler, sermayenin giderek daha az elde toplanmaya başlamasıyla beraber tuhaf bir biçimde aniden ve hatta sıfırdan imparatorluklar kurulabiliyor olması da cabası. Gelecek, Türkiyemiz için ne getirecek? Bugün dominant bir lider var. Bugün ayaktayız. O'ndan sonra ne olacak? Milli tehditler baki görünüyor, bu taşralı kafalarla bu tehditleri bertaraf edebilecek miyiz? Ne yapmalı, nasıl yapmalı?
Soyutlama yeteneği yükseltilmeli, yeni bir kültüre geçilmeli, Kuran'da bulunan tanımdan hareketle "içinizden bir kavim" sırrınca bir elit sınıf inşa edilmeli. Ben bunu bilir, bunu söylerim.
6.Ama bir de "almazlar" var. İnanır gibi bir dönem takılırlar, koştururlar sonra bir yerde pırtarlar; kendi benleri, minnacık, küçücük menfaatleri her şeyin önündedir. Odaklandıkları meseleler sadece kendi benlerine dair, kendileri hakkındadır. Kuran'da "mümin" nasıl tarif edilir? Mümin Allah'la irtibatta ve kendisi dışındakiler için yaşayan insandır. Asıl peygamberler öyledir. Peygamberlerin rol modeli olmaları başkaları için yaşamaları ve savaşmaları bakımındandır. Bir askerin savaşmak için mühimmatı, üniformasını önemserken olayın merkezine savaşmayı koyması, diğer işleri tali bulması gibi; mümin kendi küçük sorununu kafasında çevirip çevirip durmaz. Maalesef "almaz" mümin olmayandır.
"O tip"le ciddi hiçbir yola gidilmez, hiçbir projeye başlanmaz. Hiç ummadığın bir ânda, irrasyonel biçimde işi aksatır, bazen de yarım bırakır. İzah bile edemezsin. Öyle saçma sapan ortada kalırsın. "Ummadığın ân" dediğime bakma, aslında en başından kimin kumaşı nedir, bellidir. İşin uzmanının (mesela) kedi köpek ırklarının neyi yapabileceğinden, neyi yapamayacağından emin olması gibi bu almaz tipleri, türleri arasındaki farklar, sınırlar bellidir. Haski'den bekçi köpeği olmaz, Kangal gece iyi göremez gibi. Bu muhteşem bir ilimdir. Marifetullaha giden yol buradan gider.
Bunlarla arkadaşlık da edilmemeli. Çok samimi olduğunu düşünürsün, o sana bir sır verir, sen ona bir sır verirsin, ilk fırsatta başka bir yerde anlatıverir. Ne yaptığını düşünmez bile. Ağzı gevşektir. Bak burada mesele sır tutmak değil, kendi hakikatine ihanet etmek. Hoş hakikatleri de yok, sorun da tam olarak o. Ben işin eğitim boyutunda, mesele daha iyi anlaşılsın diye böyle bir örnek veriyorum. Yoksa hamdolsun daha bu tiplerden hiçbirine hiçbir sır vermedim. (Hiçbirimiz de vermez.) Bırak sır vermeyi kendi basit alışkanlıklarımı bile tümüyle açık etmedim.
Özellikle bazı kara Anadolu insanında yoğun bir şey bu dediğim. Tam izah edilemez. Yaşayan bilir. Yaşayıp, çalıştıkça iki iki dört netliğinde göreceksin. Eminim. Yani zandan ibaret şeyler değil bunlar. Yaşanmış, pratik yapılarak öğrenilmiş şeyler. Hâzâ tecrübe! O yüzden kısa kesiyorum. Bizzat tecrübe edince "Hadi ya o kadar mı net görünür!" diyeceğin kadar net oluyor bu işler.
Bu ilmi, bilmeden bilirsin zaten. (Bkz. Bilmeden bilmek.) Frekanslarla ilgili bu benim kastettiğim. Yetenek, sebat, inanç. Özellikle bu üçü üzerinden okunan frekanslar var. Çok net görür, çok net okursun. Ama bu ilme vakıf olduğunda dev işleri, şirketleri, projeleri yönetebilir, sırasıyla ülkemiz, İslam alemi, bütün insanlık ve "evren" adına çok büyük işlerin parçası olabilecek karakter kalite ve yüksekliğine ulaşırsın.
7. Fetâ da Kehf suresinde vurgulanan bir şeydir. Genç, genç adam, genç yardımcı gibi tercüme ediyorlar ama biz onun bir kavram olduğuna kâniyiz. Fetâ; delikanlı, karizmatik, dayı, cömert, adamın dibi gibi anlamları hâvi.
Ruh: fütüvvet. Beden: ahilik sistemi. Akılık sistemi de diyebiliriz. Mânâsı akl-ı faalin kontrolündeki akışa tabi olmaktan, akmaktan geliyor. Sadece ufuk sahibi olmak değil mesele. Nefislerini de inandıkları uğurda yenebilecek, fedakar adamlar bunlar.
8. O "tip" de bizim zaten kafadan gözden çıkardığımız tip. Yani bizim "o tip"ten zaten bir beklentimiz yok. Sıkı bir sistem kurulur, "o tip" mecburen uyar. Mevcut hâlde güdeni "o tip" seçtiği ve "o tip" kendini, yani yine "o tip"i seçtiği için bu haldeyiz. Akılları pazara çıkarmışlar, herkes yine kendi aklını beğenmiş. İşimizde, gücümüzde, şirketimizde, projelerimizde "kaliteli ve/veya kaliteli adayı tip"lerle uğraşalım. Diğerlerini görmezden gelelim. Herkesi eşit görmemeli. Herkesi eşit görmek bir hatadır. Hak, hukukta eşitiz. İşte, güçte "yapabilen" ve "yapamayan" kesinlikle birbirinden ayrılmalı. Tembellerle düşüp kalkılmamalı. Ömür boyu kaybeden olanlarla, insanın iyisini kötüsünü ayırmadan düşüp kalkanlarla muhatap olma. Bunlar hatalardır. Hem de çok büyük hatalardır.
İnsanlar kullukta eşit, temel haklarda eşit. Yoksa bazısının aslında apartman yöneticisi olması bile "haram". O kadar dışlanmalılar. Yaşasın apartheid :) . Zincirleme bir şekilde her şeyi açabilecek olan anahtar, dört asırlık sihri bozacak "şey" tam olarak bu. Uygun olanlarla büyük şirketler, kurumlar, kuruluşlar, baronluklar, imparatorluk inşaı.
Büyük aile. Ne için? Amaçlanan tam olarak nedir? İ'layı kelimetullah, nizam-ı âlem.
Kelimeler; Adem aleyhisselama verilen kelimeler. Adalet kelimesi, teknoloji kelimesi, kaliteli organizasyonlar kurma kelimesi, fert planında varlığıyla millet planında süper güç Türkiye'yi getirecek kelimeler. Ve işi sadece bir coğrafya ve bir insan topluluğuyla kısıtlı bırakmayacak, bütün dünyaya yayılacak güzel kelimeler. Hatta dünyaya bile yetmeyecek bizi tip 3 medeniyet seviyesine kadar çıkaracak kelimeler... İdeal budur. Bu millet ne zaman bu idealin peşinden ayrıldı; o zaman işte Westfalya, Truman, sağcılık, solculuk, millî görünen yaygın "feyk" hareketler derken geride kaldı. Geriye düştü. Dünyanın en zengin, en adil toplumu bu topraklarda inşa edilmelidir. Bunun için işlerin kalbi mesabesinde asil bir iç kavim şarttır. Gerisi hikaye! Bu yazdıklarımız tarihe mal olacak. Ne harika işler bunlar.
Ahmet Kubilay 2018-02-08 21:29:08
YORUMLAR