Ya Zaman Da Bize Bırakıyorsa?
"Zeki bir insanın en sert eleştirisini, düşüncesiz bir kitlenin onaylamasına tercih ederim." -Johannes Kepler.
Girişimim önce çok absürt gözüktü. Çok fazla dikkat çektim, insanlar beni yadırgadılar. Sonradan içimdeki çatışmadan doğan cevher dışıma taşmış olmalı ki başarabildiğimi görenler oldu, bazılarının gözleri doldu, yüksek tasdik ve tebrik duygularını alkışlarıyla ifade etmeye başladılar. Ortalığı bir alkış tufanı almış gidiyor, sanki ellerinin birbirine her vuruşunda, her alkış darbesinde tebrik anonsları bulunduğumuz mekanı semaya yükseltiyor… Dükkan, büyüklüğü elli metre kare kadar olan mütevazi bir yer. İçerde ikişer ya da dörder kişi oturacak biçimde hazırlanmış yaklaşık yirmi kadar masa var. Peki ya tek başına gelenler ne olacak? Onları neden minimum iki kişilik masada oturmaya mahkum ediyor, o anki yalnızlığını kişiye iliklerine kadar hissettiriyorlar? Bu kişinin evrendeki yerini düşündürme yöntemi mi?
Hava yağmurlu ve çok şiddetli rüzgar var. Eve kapanıp “Evreka!” dedirtecek bir felsefe kuramı yazmayı düşünen arkadaşım aklıma geliyor. O burada olsaydı Boreas'ın hırçın, Zeus’un cömert hissettiği bir gün olduğunu düşünürdü. Ama benim aklıma Mikail melek geliyor…
Yağmur, olağan bir kış rutinidir. Doğaya ters bir olay değildir, aslında insanlık olarak içten içe severiz bu durumu. Çünkü insan önünde ne varsa kirli olduğunu düşünür, yağmurla temizleneceğini umar. Şehirlilere en azından bir arınmışlık hissi çöker. Ya da acaba yağmura böyle romantik bakamayacak kadar dünyayla yüz yüze yaşayan düşkünlere zarar mı verir? Hepimize aynı anda aynı şekilde hitap eden bir hakikat yok mudur? Hakikat aynı ama biz farklıyız birbirimizden. Ama şunda hemfikir olabiliriz ki, yağmur başladığında kalkan o ilk toprak kokusu, ruhlarda biriken kokuları duyumsatabilen bir aynadır. Her ne kadar –muhtemelen- gerçekten uzak bir açıklama olsa da bu, rüzgarla birlikte dükkanın bir açılıp bir kapanan kapısından içeriye giren yağmur suları beni büyük resme bir kez daha bağlıyor.
Alkışlamaya ve gözleriyle üstüme başıma saldırmaya devam ediyorlar. Sağ tarafımdaki masada oturan, adının “Kızının Babası” olmasına ihtimal verdiğim ama bu ithamdan dolayı onunla karşı karşıya gelmemeye ihtimam gösterdiğim, buz mavisi gözlü, sarı Hitler bıyıklı (toothbrush moustache), ellilerinde olan dev adama, karşısındaki yirmili yaşlarda -kızı olduğunu düşünmek istediğim- kızıl saçlı, sanki babasının genlerine karşı inat etmişçesine minicik, beyaz tenli ve yeryüzünde fırtına koparabilecek potansiyeldeki hırslarıyla “Babasının Kızı”, heyecanla beni gösteriyor. Tezgahın arkasında duran, fiziksel ve ruhsal manalarda çok şişman olan, velinimetimiz, kurtarıcımız, bulunduğumuz mekanın orta direği, Bolulu olmadığını düşündüğüm ama İtalya'dan gelmediğini de az çok tahmin ettiğim, mutfak ekibinin çeşitli hikmetleri görebilmeleri ve son derece üstün irfanlarıyla hazırladıkları hamburger menülerini bu olağanüstü boyutlarda lezzete ulaştırabilmelerinin tek müsebbibi, ataları ilk aşçılardan olan, baş mutfakçı, dükkanda patrondan sonraki adam, son şişman ve nitelikleri vücudunun büyüklüğüyle orantılı olarak saymakla bitmeyen -muhtemelen adı böyledir-
Adem Usta da beni hayranlıkla izliyor. "Nasıl yaptın?" diyorlar bakışlarıyla, cevap veremiyor, öylece bakakalıyorum. An’a giden telakki yollarım kapanıyor, saniyelerden geçen yıllara dalıyorum. Sonunda fark ediyorum; elbette zordu bu menüyü bu şekilde yiyebilmek, kendimi tüm ihtişamı ve tehlikesiyle yeryüzünden sadece on santim yükseklikten uçan, kıpkırmızı agresif bir ejderhayı on beş santimlik diliyle kapmaya çalışan bir Surinam Kurbağası -Pipa Pipa- gibi hissediyorum. Ya da siniri gözlerinden anlaşılan kocaman bir dinozoru yutmaya çalışan bir Gabon Engereği -Gaboon Viper- gibi... Öyle imkansız gözüküyor gözüme, o kadar çetrefilli bir iş sanki bu yemeği yemek. Halbuki Rousseau'ya göre ne kadar çirkin ve gereksiz bir davranıştı toplum içinde yemek yemekten çekinmek, yemek yeme marifetini medeni hale getirmek için söz konusu işleme “medeni” usuller katmak... Tüm bunlardan habersiz olan dükkan eşrafına karşı bu hamburgeri yemekle yükümlüyüm. Neticede yiyorum işte. Dükkan eşrafının yüzlerini okuyorum; "Başardı." diyorlar, "Başardı ve bitirdi bu işi.". Onların alkışlarıyla ortama Meksika dalgası gibi bir etki yaratan bu tebrik refleksinin tesiri bende uzun sürüyor, tsunami gibi bütün dağlarımı ve ovalarımı yerle bir ediyor.
Adem Usta uzaktan meraklı gözlerle süzüyor beni. O kadar şişman ki sırtı dönükken bana bakması için bedenen bana doğru dönmesine gerek yok. Şişmanlığıyla orantılı olarak gözleri ortalama bir insan boyunda olduğu için onlarla sırtının dönük olduğu yerleri bile görebiliyor. Yaradan her şeyi bir düzene bindirmiş işte. Ama tüm doğru orantılara rağmen Adem'in beni izlediğini biliyorum.
Hamburgerimden bir ısırık daha alırken düşünüyorum: Muhtemelen hayatım boyunca verdiğim tek doğru karardı bu menüyü seçmek. Çünkü o kadar çok çabaladım ki, Zilli Öküz eşrafının -hamburgercinin ismi- beni hayranlık dolu bakışlarıyla ve alkışlarıyla tebrik etmeleri gururlu hissettiriyor. Bugün bir gariplik var, ihtiyatsızca giriştiğim bir iş yolunda gidiyor. Genelde evrende müdahale edebildiğimiz bütün ortamları ve frekansları bilebilir ya da gerçeğe yakın şekilde sezebiliriz, mutlak gerçeği görebildiğimizi düşünür, büyük resme bir fırça darbesi de biz atmak isteriz. Fakat dünyanın kodları her zaman ayarı ayarına oturmaz hayatımıza, böyle ihtiyatsızlıklarımızda illa ki bir aksaklık çıkar. Bazen de aksaklığın ta kendisi siz olursunuz, işte bu duygu kadar ruhunuzu örseleyen hiçbir şey yoktur. En az hamburger köftesi kadar ezilmiş ve yoğrulmuş, yanında ikram edilen patates püresi kadar da nişastalı hissedersiniz.
Annelerin ailecek yolculuğa çıkılacağı zaman içine her şeyi -evet muhtemelen evrendeki her şeyi- sığdırabildiği çanta gibi, vücudumun her yerine hamburger parçaları sıkıştırılmış gibi kasıla kasıla otururken, burada dikkatlice atacağım son adım olarak bakışlarımı önümdeki üstüne yağmur damlacıkları sıçramış masaya çeviriyorum. Masa ile üstündeki şeffaf muşamba arasına koyulmuş, üzerlerine genelde aşk sözleri yazılmış küçük not kağıtlarına takılıyor gözlerim. Bir söz, güzel bir ayrıntı var aralarında. Meksika dalgalarına karşı savrulmamış, "Heyula" mahlaslı bir amigonun bıraktığı bir not: "Ya zaman da bize bırakıyorsa?". Duvardaki hoparlörden gelen, Mecnun'a Leyla'sını bıraktırıp daha mühim şeylere yönlendirecek derecede ilham kaynağı olabilecek sese kulak veriyorum. Amel Mathlouthi "Naci en Palestina" diyor. Çantamı ve ceketimi alıp Zilli Öküz’den ayrılıyorum.
Oğuz AKINCI