Siyaha
Akdeniz’in sesini aradığı yarışmada sunuculuk yaparak, rengini bulamamış bir bukalemun gibi gezdiğim günlerde, en uygun olduğum tona dönüşmeme vesile olan Siyah’ım… Aslında aklım sorularla dolu, aklımdan ziyade gönlüm soru sormak bir yana, cevap verme peşinde bir süredir. O yüzden başlar başlamaz cevaplar er ya da geç verilecek de olsa birtakım sorularla boğmak istemedim kimseyi. O yüzden -kibirden kurtulmaya çalışmanın bir yolu olarak- itiraf düğmesine basıyorum ve artık bazı cevaplar vermenin gerektiğini düşünüyorum. Bu infilak parçaları ondandır. Bu arada, bu bir mektup değil. Çünkü hala zarflara ve mesafelere, “Tamamdır, bu kadardır, bu zarftır ve bu da mektupluk bir mesafedir.” diyebilecek kadar tespit eder şekilde bakamadım da ondan. Belki bunlar çok abartılı gelecek, elli derece sıcaklıkta yola yapışmış ve üstüne basılmış, ordan oraya sünen ve ayakaltında sürüklenen bir sakız gibi görünecek. Böyle düşünenlerin akıllarının ayaklarının altında dönüp dolaşanlarda takılı kalmasından ve orasıyla fazla ilgilenmelerinden kaynaklandığını söylemeliyim pek sevgili Siyahcığım, saygıdeğer sunucum ya da sunucucuğum.
Neo’nun seçilmişliğiyle övünmemesi, bu durumu umursamaması, bütün enerjisini, duygusunu, yeteneğini yaptığı işlere aktararak icra etmesi bana bir fikir veriyor Siyahcığım. Ne düşündüğümüz, ne kapasitede olduğumuz bizi hiç ama hiç ilgilendirmez. Sözde kaldığı zamanlarda da kimseleri ilgilendirmiyor. Yani her türlü meziyetin, -konuşma meziyeti de dahil- konuşmakta kaldığı sürece hiç ama hiç önemi yok. Bir şeyler yapmak lazım (Belki de dünya üzerinde en çok kurulmuş üçüncü cümledir bu. Birincisi ise “Beni hiç bırakma.”dır. Dolayısıyla ikincisi de “Seni hiç bırakmayacağım.”dır. Üçüncüsü ise bu iki cümleyi kurduktan bir müddet sonra kendi kendisini gerçekleştiren cinstendir). Öyleyse bütün bu varoluşsal ödevleri ve kendilik problemini “Just do it.” prensibiyle birbirine iliştirip akışa katılmak gerekiyor. Nike güzel marka ve asi çocukların ondan giyinmesine şaşmamalı. Sadece yap. Sonuç ne olursa olsun, nedenlerin ulaşacağı bir yer var işin sonunda. Mesela sen, kussan gökkuşağı kusarsın, şekerler saçılır tane tane… Bunu da hiç umursamazsın, o yüzden güzelsin zaten. Akdeniz’in sesini aradığı yarışmanın yapımcıları işlerini bilen insanlarmış. Ama ben yapımcı olsam –hem işini hem de seni daha iyi bilen birisi olarak- seni sunucu değil, arada bir şarkılara katılan, eşlik eden bir jüri üyesi olarak atardım yarışmaya. Ancak bunlar hayal, ve sadece sözlerden ibaret Siyahcığım. Hayatım boyunca hiçbir zaman (bu da en çok kurulan dördüncü cümledir bu arada) yapımcı olmayacağım. Bunun nedenlerine girersek çıkamayız. Ama bir yapımcı olduğum zaman, işlerin nasıl olması gereken rayın dışına sapacağından hiç kuşku duyamıyorum ve o konudan hemen çıkabiliriz. Bununla ilgili bir şeyler yazmaya üşendim, merak eden Leyla vü Mecnun’un herhangi bir versiyonunu açıp bir iki sayfa okuyabilir.
“Seni hiç bırakmayacağım.” diyen aşıktır. “Beni hiç bırakma.” diyen de maşuktur. İkisinin ortak özelliği de kalplerinde kendilerine yer vermemeleridir. İbn Sina’dan bir ricada bulunma şansım olsaydı, anatomiyi kağıda dökerken kalbi soru işareti şeklinde çizmesini isterdim. Ama gördüğün gibi buraya kadar hiç soru sormadım Siyahcığım. Çünkü kanlı canlı örnekliğiyle bir sürü –aslında her şey- cevap olarak önümüzde durmakta ve bazı vasıtalarla “içimiz” dediğimiz diyara oluk oluk akmakta bu işaretler... Birisi bir yaşantı düşlüyordu, haddime olsaydı “A akılsız, yaşantı ve düş hiç uyar mı birbirine?” diye soru şeklinde bir cevap verirdim ona. Bu arada İbn Sina, o ricadan sonra büyük ihtimalle kendi bulduğu yöntemlerle kendisini benden gizleyecekti, belki bir düğmeye basıp yok edecekti kendisini oradan, dolayısıyla aslında beni yok sayacaktı. Hakkıdır, ben İbn Sina’ya ayıp ettiklerini düşünüyorum. Dünya’yı kategorize etmeye bayıldığım bir zamanlar, insanları Ayıp Edilenler ve Ayıp Edenler diye ikiye ayırmıştım. Sonra işin içinden çıkamamıştım tabii. Çünkü ne zaman ayıp edilen birisinin hakkını savunmaya kalksam o da ayıp edebildi bana. Ve ben ayıp edilmiş birisi olarak çok ayıplar etmişim hiç farkına varmadan. Sonradan tabii bilgisayar mühendisi bir arkadaşım Kuantum Mekaniği'yle tanıştırmıştı beni. Şimdi konu oraya giderse onun da içinden çıkamayız. Ama sen bu ayıp etme mevzusundaki çocukluğumu mazur gör Siyahcığım. Çünkü dedim ya, hesaba hayvanları, bitkileri, virüsleri, atomları, yıldızları ve evrenin sayamadığım diğer parçalarını katmamıştım.
Bir çocuk, hayal dünyasıyla tanımlanır belki. Tersinden söyleyecek olursak bir çocuk çok az şey bilir Siyahcığım. Büyümek ve yaşamak için yeteri kadar donanıma sahipse, girip çıktığı diyarların haddi hesabı yoktur bir çocuğun. Ama bir küçük kadar da reddedenini bulmak zordur. Nihilist midir çocuk? Yahu sen çocuğun diline nihilizm gibi bir kelime versen onu evirip çevirir dinazora binen hayalet sürücü olarak geri verir sana. O yüzden çocukluğun raconunda yok, yoktur. Orada saf (her iki anlamıyla da) inanç vardır Siyahcığım. Her şeyi yapabileceğine dair bir inanç… Çocuk yapar da zaten.
Sayende, bukalemunlar yeniçeriye dönüşüyor Siyah. Evrimin ve evrenin en faydalısı… İki ileri bir geri, ihtiyattan değil de, mütevazilikten biraz. Hep ilerisi olsaydı, kendimize ve geçmişimize saygımız olmazdı çünkü. Kendine karşı tevazu sahibi olmak kibir değildir renklerin en güzeli, muazzam bir savaş taktiğidir bu. Yine hesaba kurtları, kuşları, kurşunları ve arşınları katmadan konuşuyoruz. Kafeste olduğu için çevresini taklit etmeye başlayan bir kuş gibi davranan yarışmacılara, kendine özgü –ve aslında bitki örtüsünü kaplar şekilde- yaptığın sunuculuğunla, örnek cıvıltılar oluşturuyorsun Siyahcığım. Seyirci koltuğunda olanların bile yarışmadan çıkınca içlerinden şarkı söylemelerine vesile oluyorsun. Ben mi? İkinci soru bu ama çokça vereceğim bir cevap olacak, bense yarışma bitince seninle kol kola girip gitmek istiyorum burdan. En anlamlı haliyle, hiçbir şekilde hiç kimseye ayıp etmeyecek bir şarkı tutturmak niyetiyle… Çarpıntım bu yüzden Siyah, bu yüzden yaşıyorum.
Oğuz AKINCI