Mezarlık Çiçekleri

Oğuz Akıncı

Kondisyonuma attığım ağır darbelerden sadece birisiydi, bastım küllüğe. Sami'yle göz göze geldik, “Hayatta kimseyi bekleme” dedi. Bu fırtınayı sen başlattın Rakuten, Sami Rakuten...

“Olcay vardı bizim, Hatay’daki teslimatta kayıplara karışmıştı, geçen hafta oturduğumuz kafede gördük, baristalık yapıyordu.”
“Barista ne demek?” diye sordum.
Mekanın içecek tezgahında çeşitli meşrubatı hazırlayan kişiye denirmiş. “Sami” dedim, “bütün baristalara üzüm yedireyim de kovalayıp pekmez sıçırayım. Bir barista kadar Allahsızını zor bulursun haberin olsun. Olcay da öyleydi zaten...”
“Çocuk, seni tanımasam dünyadaki her şeye küfür edişini ergenliğine bağlayacağım.” dedi. Aramızdaki yaş farkı onun gözünde beni ergen yapıyordu. Nerden baksan iki tane dalyan gibi adamdık ama o Hazreti Adem'le Havva'nın meselesini bile gözleriyle görmüş gibi davranıyordu.
Üstelik birazdan yaşayacağımız yıkımdan ne bizim ne de yıkım ekibinin haberi vardı.

Saate baktım, gelmesine yedi dakika kalmıştı. Yedi, güzel bir sayı, sivri sanki biraz, yakışıklı bir sayı. Yetişkin sekiz öyle değil mesela ya da altının içten pazarlıklı oluşu sinirlerini oynatır insanın. Yedi, bir randevulaşmaya kalan zaman dilimine yakışan bir rakam. Randevulaşılan kişi ise bu işin baş kahramanı, Mikail Maklamoroğlu. Geç kalırsa iki ihtimal gelirdi aklınıza; ya gelmekten vazgeçti ya da öldü. Üçüncü bir ihtimal yok. Kondisyonuma bir aparkat daha geçiriyorum, kafam çalışmaya başlıyor, ciğerler kroki...

Beklerken Sezai'nin kardeşi geliyor, Sezai Sezarın: Bülent Brütüs.
“Pişt, ulan! Mikail nerede?”
Uzaktan seçiyorum halini, yürüyüşünden belli bir gariplik olduğu. Acaba Mikail öldü mü, işten mi vazgeçti? Tip tip yürüyor. Bu Bülentüs'te bi almazlık vardı zaten.

Aramızda bu konuşmalar geçiyor, anlamsız ilerliyor sanki biraz. Derken silah sesleri duymaya başlıyorum, önce kafamda bir ıslaklık seziyorum, böyle, su gibi sanki, kafamı yukarı kaldırıyorum, birisi bişeyler döküyor galiba yukardan.
Kafamı kaldırmıyormuşum.
Başım döndüğü için gözlerim kayıyormuş yukarıya...
Sami’nin yüzünde altına sıçmış gibi bir ifade, beni izliyor donuk donuk. Bense kafamdan çektiğim elime bulaşan simsiyah kanı görüyorum.
Balabanlar...

*

Mesele yan masanda konuşulanlar değil.
Mesele yanındaki masada birilerinin birşeyler konuştuğunu bilişin. Önündeki ay çöreğinden daha önemli ne olabilir etrafta?
Bir hikmet arayışındaysan, bilgi de önündeki tabakta duruyor, deha da...
Tohumu ekildi, gerekli ortam sağlandı ve büyüdü buğday.
Hasat zamanı toplandı birer birer, tek bir amaç için.
Sırasıyla işlemlerden geçti ve malzeme ehlinin elinde toplandı.
Birden fazla karışıma uğradı ve ustasının maharetiyle sunuma koyuldu.
Ve sen bu milyonluk şehirde o ay çöreğiyle buluştun. Tıpkı yan masadakilerin sözlerini duyacağın önceden belirlenmiş gibi.
Duyacağın şeyler en az ay çöreğinin hazırlanışı kadar rastlantısal değildi.
Siz orada buluşmak için seçilmiştiniz sanki.
Yan masadaki Süleyman Kral (yani benim deyimimle Sami Rakuten) seninle karşılaşacağını bilmiyor, İzmir’deki yazlığından bahsediyordu.
Sen de ay çöreği yiyordun işte.
Kainat buna ne kadar hazırdı?
Bunu ay çöreği yiyişinle cevaplandırabilirsin.

*

Bir garsonun üstünde “limitless” yazan bir tişört vardı, mekandaki herkese çay yetiştirmeye çalışıyordu.

Kollarından tuttum Bülentüs'ün.
“Söyledin mi? Olcay'a söyledin mi buraya geldiğimizi?".
“Söyledim.” dedi.
Yalan söylediği besbelliydi. Süleyman Kral’ın son dönemlerde bana olan katkılarını hissetmeseydim olay aynen şöyle cereyan edecekti:
Yalan söyleyen bu puştu bizim limitless garsona dövdürecektim. Ve ekranda kocaman bir "the end" klasiği belirecekti.
Daha stratejik hareket ettim:
Tekerlekli sandalyemin tekerlerinden tutup,
“Bak yalan söyleyenin yatağını gece ayı bassın mı?” dedim. Dedim mi olurdu da.
Süleyman Kral bana bir şekilde sabırlı ol demişti.
Ben de bu yolu tercih ettim. Bacaklarımı Mikail’i beklerken kaybetmiş olmamdan başka, hala tercih şansım vardı işte.
Yine de bedellerden söz edeceğim, almak için verilmesi gerektiğini, bunun bir şekilde ilk varoluştan beri böyle olduğunu söyleyeceğim.
Bacaklarımdan kaybettiğimi dünyanın hangi titremez kanunu bana geri getirecekti?
İşte, Olcay'a söylememişti, yalan söylüyordu, anlıyordum. Anlamaktı bana verilen.
Süleyman Kral uzaktan bizi izliyordu.
Onun aslında Sami olduğunu bilseydim, kralların kralı süleyman oluşuyla hiç ilgilenmezdim.
Ve sonuç olarak seneler önce kafama dört tane kurşunla fön çekip saçlarıma kanımla şekil verdikleri bu yerdeyim, yine.

*

Bacaklarımı hain saldırıda kaybetmeden önce imamdım.
Binbir türlü çetrefili saniyesinde çakozlayıp önüne takoz takanlara çalım atabilirsen bu hayatta kaybetmeyeceksin.
Çünkü mevzubahis olan konuma gelene kadar zamanında ensene kadar dümdüz edilmiş olman gerekiyor.
İhtiyarlar buna tecrübe der, çocuklar özenerek bakar bu hayata. Gençsen, hayat mı sensin, sen mi hayatsın belli değildir zaten. Ikisinden biri diğerinin içinden geçer. (Gençliği 18-55 diye sınıflayarak 54'lük et yığınıma genç demiş oluyorum.)
Ben, dünyanın bu şaşmaz kanununuyla zıtlaşmaya başlayalı yıllar oldu.
Her şeyin bir bedeli vardır çocuk! Çocuksan eğer tamsındır, çocukluktan çıkmak istiyorsan yarım kalmışlıklara başvurmaya hazırsın demektir.

Hazreti Hızır camisinde Hızır'dım. Nasıl yani? Hazreti Musa’yı sen mi yoldan çıkardın? Yok, yani oranın imamı bendim. Zaten adım da Hızır değil, Lokman. Ama vallahi Lokman Hekim'le bir ilişkim yok, alternatif tıp bilişim ve ona yeminli oluşum dışında...

Yarım kalmışlıklar olması lazım, koşabilmen için bu hayatta topal olman, azar azar eksilmen lazım. Bu arada Timur da topaldır şeytan da.

Ben hayata o kadar sert bir giriş yaptım ki, vücudumun yarısını birdenbire kaybettim.
Balabanların hain saldırısında, kafama 27 tane dikiş yedim, bacaklar gitti, gelenler de oldu tabii. Kızılderili mantığıdır, ne kadar verirsen o kadar alırsın.

*

“Gençliğinizi yakar ekürümün çakmağı.”

Burayı kendi evinden daha çok ziyaret ediyorsun.
Bazen onların yanına uzanıyor, gökyüzünü seyre dalıyorsun.
Ölümün hayalini kurup, ölüleri sinirlendiriyorsun. Onlar sana şaşırıyor, sen zaten şaşakalmışsın.
İçlerinden birkaç tanesi uzandığın yerin altından toprağı eşeleyip ellerini sana uzatmaya çalışıyor.
Bazen çocuk cenazeleri getiriyorlar, ruhun çekiliyor.
Ölülerin evleri sana olduğun yeri hatırlatıyor.
Bazen umudunu kesmek üzereyken mezarlığın birinden can bulmuş, yabani otların arasından başını uzatan meraklı bir çocuk gibi, kabahat işlemiş, kapının ardından başını içeriye uzatan bir çocuk gibi hayat bulmuş, onca ölünün arasından hayat bulmuş bir papatya görüyorsun. Oğlum! Biraz daha buraya gelmeye devam edersen onlardan birisi olacaksın.

"Bir papatyaya can vermek için ölmek mi gerekli?" dedi Süleyman Kral.

*

“Nuri Rutin, danışmaya!”
“Alo! Alo! Geldim...”
Bir yandan kot pantolonumdan sallanan kemerin kancasını deliğe oturtmaya çalışırken, bir yandan kafamla omzumun arasına sıkıştırdığım telefonumu dengede tutmaya çalışıyorum. Aceleyle ellerimi yıkayıp girdiğim “engelli tuvaletinden” koştur koştur çıkıyorum. Danışmaya vardığımda beni simsiyah dudaklı, kızıl saçlı bir hastane çalışanı karşılıyor.
“Kimlik.”
“Buyrun.”
“Siz, Alim Beyin misafirisiniz, lütfen şöyle geçin."
Parmağıyla sağ taraftaki kırmızı koltukları gösteriyor. İlerdeki mavi koltuklarda oturan aslen insan ruhen zombiler, Nuri Rutin, yani ben koltuğuna ilerlerken onu gözlerine kestirdikleri apaçık bir hedef gibi izliyorlar.
Zaman geçmek bilmezken böyle bir manzaraya katlanmak bana göre değil. Arada bir kalkıp koridorun sonundaki saati kolaçan ediyor, kolaçan işini tamamlarken zombileri de bir epilepsi hastasının yaptığı gibi gözlerimin kenarlarıyla takip ediyorum.
Yanıma zombilerden birisi geldi. Bir sapığın saplantısına engelsiz bir şekilde, tam anlamıyla yaklaştığı gibi, dikkatli gözlerle, iki elinin baş ve işaret parmaklarıyla Nuri Rutin gömleğimin yakalarından tutarak kulağıma eğildi ve fısıldadı:
“Tokatspor sen bizim her şeyimizsin!”
Nuri Rutin beni önce acı bir öfke kapladı, sonradan acıdı zombiye ve tartışma yaratmamak için, usulünce yol vermek istedi, sessizce:
“Bağırmayan taraftar s*ktirsin gitsin!”
Zombi kıkırdayarak ufak ufak yol aldı.

*

"Bu Çeçenler böyledir. Kendi aralarında da, dışarıya açıldıklarında da orman kanunları geçerlidir. Bir tarafları Aslan Şamil'in torunlarıysa da, bir tarafları Rus eniğidir. Üstün gelme çabaları da açıktır."

Yahu sanki Süleyman Kral değil de İlber Ortaylı konuşuyordu. Devam etti:

"Biz örgütün fasonunu bile kuramadan bu enikler zamanında masonu burada başlatmışlar."
"Burdur Çeçenleri..." dedim.
İşte şimdi kafamda bazı şeyler oturuyordu.

"Ya Kral, bu adamlar hani sözünün eriydi? Balabanlarla iş birliği yapmışlar?"

"Sen de imamken kokain işine girdin, Allah sormaz mı?"
"Sormaz."
"Tövbe de."
"Kral dur zaten kafam karışık."
Gülerek: "Kafanda hem 27 tane dikiş var hem de hala karışık öyle mi?".

*

Kimseyi suçlayamıyorum. Dengeler bu kadar farklıyken, bu kadar dengesizliği kabul etmem gerekir. Mesleğim, bacaklarım, dostluklarım, cesaretim, inançlarım... Hepsinden oldum. Gerçi bunlar beni biraz özgür bıraktı, ama şeytan değil midir inanca dahil olan? Peki inançsız bana bunları şeytan yaptırmadıysa, kim?

Biz yağmur duasına çıkıp yağmur bekleyenlerle dalga geçtik, mermi duasına çıkmışız da kurşuna doyunca gözümüz de doymuş.

Bu filmin bitiş müziği başından çalıyor. Her şeyin bittiği yerden başlamak bu olsa gerek. Sonsuz sondan başlar, baştan değil.

Alim bey ben Nuri Rutin'in sözlerini dinledikten sonra kaşlarını çatıyor, "Hocam mesleği bıraksak mı, zamanı geldi sanki?" diyor.

İçimden: "Gerçekten alim ama belli etmiyor, bari şu mereti 100 grama yükseltse." diyorum.
Oğuz AKINCI