Anket

Oğuz Akıncı

A. şehrinde sıradan bir gündü. Tek bir gerçek varsa o da bu şehirde bilinen veya bilinmeyen her yere aynı sıcaklığın farklı yoğunluklarda ama kesinlikle her birinde yüksek derecede nüfuz ettiğiydi. Nem başta insanların vücutları olmak üzere büyükten küçüğe her türlü hacme sahip eşyayı kaplıyordu. Sıcaklığın zarar verdiği her şey insanların kullandığı araç gereçlerle ilintiliydi; kapı kolları, telefonların arka kısımları, masalar, sandalyeler ve avuç içiyle temas edilen her yer.

Uzun yollara bakıldığında, özellikle asfaltla döşeli ana caddelerin yolları, ara ve arka sokaklar veya binaların uzun damları, yani güneş gören her türden beton veya asfalt zemin, gözün görebildiği en son mesafede serap göstermekle oyununu oynamaya devam ediyordu. Kahramanımız Vuslat işte böyle bir şehirde, çok merkezi sayıklamamakla birlikte hayli kalabalık bir caddede yürüyordu. "Serap sadece çöllerde olmuyormuş." diye geçiriyordu içinden.

Dil izin verseydi kahramanımızı tanıtmaya vakit ayırırdık, ne yazık ki böyle bir şey mümkün değil. Çünkü bazı haller ve durumlar, kahramanın özüne, kim olduğuna işaret etmekte eksik kalabilir, hatta okuyucuyu yanıltabilir bile. O yüzden kahramanımızın dışsal özelliklerinin üzerinde durmak daha doğru olacak, belki olayların etkisiyle yüzünün alacağı ifadeleri düşleyerek o anki ruh halinin girip çıktığı şekilleri, verdiği tepkilerden aklının ne katmanda olduğunu öğrenebilecek ve değişkenliğin içinde yaptığı anlık sabitlemeler sayesinde bir kişilik tahliline ulaşabileceğiz.

Adının Vuslat oluşu kendisiyle ilgili birçok ayrıntıyı açık etmektedir. Her ismin olduğu gibi bunun da bir manası var. Ancak bu mana bizi nereye götürür? Mana, bazı işaretlerle kendisine gidilen yerdir, işin özüdür. İş veya mana bile değildir, aslında ona öz de denmemeli. Bir şey neyse odur, başkası değil. İsim ve sıfat konusu da, öz dediğimizi niteleyen birtakım sözlerden ibaret olduğuna göre, Vuslat ismiyle yol katetsek de, yol almış olmak yolu tamamlamış olmak demek olmuyor maalesef. Bu ismi ona anne ve babasının verdiğini varsayalım. Vuslat en kısa anlamıyla "kavuşmak" demek. İki kolun birbirine dolanması gibi değil de, birbirini özlemiş iki kişinin koşarak buluşup birbirine sarılması gibi bir anlamı ifade ediyor. Ailesi hakkında söz etmek de onunla ilgili yapacağımız tanımları yarı yolda bırakacağı için, sonuçta değerli bir şeyle buluşmakta tereddüt etmeyecek olan kahramanımızın fiziksel hayatına geçmek daha doğru olacak.

Sıcağa hiç uygun olmayan bir vücudu var. Bu yüzden geceyi daha çok sever. Sarı saçlı ve pembe yüzlü. Beyaz kolları güneş paratoneri. Çektiği yanık ağrılarıyla güneşin varlığını doyasıya hissediyor. Orta boylu ve zayıf yapılı, baygın bakışlı. Uzuvları ayrı ayrı incelendiğinde bile bıktıran cinsten. Ancak mavi gözleri yaradılışında kendisine bir şans getirmekte. Bu şans, baygın bakışlarına sakin bir deniz havası vererek muhataplarını germemesini sağlıyor. Böylece pek katılmak ve katkıda bulunmak istemediği sosyal tecrübelerinde ve becerilerinde bir denge sağlamış oluyor. Karma diye bir şey varsa mavi gözleri ona iyiliği getiren taraftadır. Ancak kaderle ilgili aynı şeyi söyleyemiyoruz. Baktığınız zaman her kader kötü değil midir? Olayların ulaşmak istediği her netice ziyana karışmak üzere harekettedir. Kaderin getirdiği olaylar, kapının arkasına ipli düzenekle kurulmuş bir suikastın parlak, yakışıklı ve kararlı bir silahı gibidir. Kader sizi alnınızın çatından vurmak isteyen bir baretta gibidir. Bu yüzden kader bir vazgeçiş değil ihtiyatın anahtarıdır. Kapıyı açmama tercihine sahip olabilmeniz için anahtarın sizde olması gerekir. Ve böylece kapıyı açmayıp suikastten kurtulur, odaya başka bir yerden, örneğin pencereden girersiniz. Bu durumda karmayla da kaderle de sorununuz kalmaz. Ancak keşke hayat kapı ve arkasındaki silah düzeneği kadar demode bir sahne gibi olsaydı. Hayatın modası geçmiyor ve klişelerin büyük çoğunluğu yanıltabiliyor. O yüzden olayların gideceği kötü sonuçların başlangıcını tercih edebilecek, olayları açıp açmama gücünü sağlayacak anahtarlar lazımdır. Nerdeyse herkes o kumaş pantolonunun arkasına veya yanına anahtarlarını asan adamı görme tespitine nail olmuştur. İhtiyatlıdır o adam. Daha doğru bir ifadeyle, garanticidir.

Ne yazık ki Vuslat bu kadar garantici birisi değildir. Hatta çoğu zaman o kumaş pantolonlu adamdan nefret etmiştir. Bu nefretin sebebini eğer ona sorsaydık belki ögrenebilirdik. Ancak onunla konuşmak gerçekten zor bir iş. Edeceğiniz bir iki kelamdan sonra umduğunuzu bulamayacağınıza dair kalıbımı basabilirim. Bu konuda ona umursamaz demek zor, nötr demek de tecrübelerine ihanet olacaktır. Şu kesin ki önyargıyla tecrübeyi ayırt edebilecek kadar zeki. Sonuçlara katlanacak kadar yürekli. Yirmi üç yaşındaki üniversite öğrencimizin bu denli sıcakta yolda yürümesinden zayıf ruhlu olmadığını da belki anlayabiliriz.

A. şehrine üniversite okumak için gelmişti fakat Bazarov'u kıskandıracak bir yarıyıl tatilinden sonra ailesiyle bağı kopmuştu. Bu açıdan da varlığın tadını çıkarıyordu. Tadın kaçtığı zamanlar da vardı ancak tat tattı. Tatlı veya ekşi, acı veya buruk... Organ bahsinden dilin söz bahsindeki dile evrilişi veya tam tersi. Bu yüzden geçici süreliğine bir iş bulmak için merkezi olan caddeye doğru, öğlen sıcağında ikinci kez, ayın bu yirmi dokuzuncu gününde beşinci kez yürüyordu.

Bir telefoncuya girdi. "Biz seni ararız." da nesiydi? Anlam çoktu. Fazlasını düşünmeden işe alınmayacağını anlayıp gerisini boşluğa yolladı. Oraya yazdığı telefon numarası da rastgele bir numaraydı, bu uğraş ve zaman kaybı telefoncuya, yaptığı gevezeliklerin bir bedeli olarak geri dönecekti zaten. Diğer uğradığı yer bir manavdı. "Çırak lazım." deyip aynı anda Vuslat'ı baştan aşağıya süzmüştü. İki kelimeyle çok şey anlatmıştı o da. Böylece sadece çırak arayan bütün iş yerleri de boşluğa gitmiş oluyordu. Sıcak, çırak, çıra, sıra, soru, doğru, en iyisi biraz ara vermeliydi.

"Bir tane karışık meyve suyu." Soğuk olmasını söylemeye gerek duymadı. Gözleri serapla karışık ilerleyen kalabalığın akışındayken karşısında serapları kıskandıran hayallere sebep olacak bir kız belirdi. "Demek adınız Vuslat" dedi kız, "İsminiz çok hoş, ben de (bütün güzelliğimle) Müge". Böylelerini özellikle seçerler ya, neyse. Ana odaklanmak her ihtiyattan iyi midir ne? Suikast bazen iyi midir acaba? Kaderle savaşmak hep neşeden çalar mı yoksa araya ufak, güzel ayrıntılar serpiştirebilir miyiz? En doğrusu olmasa da en güzeli bu, ihtiyatın getirdiği ve gerektirdiği bazı durumlar kendiliğinden güzelleşebiliyor. Bazen şeytan da olaya bir estetik katabiliyor... Kız anketle ilgili cıvıldarken kağıtları çantasından çıkarıyordu. Kahramanımızı çantada keklik görmüş olsa gerekti. Böylesi bir halin kimseye zararı yoktu, o yüzden bu servisi de boş geçti Vuslat. Kişilik, sosyal, pozitif, ruh gibi kelimeleri anlayabildi ancak. Kağıtlar önüne çoktan gelmişti bile. Aceleye gerek yokmuş, devletin yürüttüğü umumi bir çalışmaymış. Özel anket şirketleri yarı zamanlı çalışanlarını sahaya sürmüş. Anket bitince diğer ayın otuzuna kadar anket formunu herhangi bir posta kutusuna koyması yeterliymiş. Ankete katılımın karşılığında hiçbir şey yokmuş ama hayatların daha da güzelleşmesi için bu konu elzemmiş. Vuslat, güzellikten konuya doğru odağını değiştirdikçe konuşmanın sonlarına doğru bunları duydu. Her güzellik gibi bu da geçici ve aldatıcıydı. Şurası açıktı ki Vuslat karışıktan yudumlarken yarı zamanlı arka masada ruhtan, kişilikten bahsetmeye başlamıştı bile. Pipete eziyet ederken anketi okumaya başladı. En sevdiğiniz yemek? En sevdiğiniz şarkı? Türü? En sevdiğiniz film? En sevdiğiniz kitap? En sevdiğiniz spor? En sevdiğiniz mevsim? En sevdiğiniz vakit? Sabah, öğlen, akşam? Kuşluk? Enler, evet, hayır, bazenler, çok iyiler, çok kötüler, olamaz, olamaz, olamazlar... Kahramanımız belki hayatında aşkı tatmıştır, bilemiyoruz. Eğer tatmış olsaydı bu anket ona anlamsız gelecek, gözleri tek bir şık arayacaktı "en" kısımlarında, "çok" kutucuklarında ve "kesinlikle" bölümlerinde... Ama bunu anlayamıyoruz çünkü anketi büyük bir ilgiyle okudu. Önce birkaç tane kutucuğu çiziktirdi. Kalem avucunda terliyordu. Sonra alnı daha da terledi. Sanki kalbi bile terliyordu. En sevdiği müziği düşündü. Yoktu öyle bir şey. Aslında Vuslat'ımız müzik dinlemeyi çok severdi ve bu konuda geniş bir arşive sahipti. Ancak kendi "en"ini bulamadı. Hangisini yazacağını bilemedi. Bir şeyi fark etmiş gibi karışıklı bardağı ağzına götürürken, yarıda durdurdu, donakaldı. Enlerini düşünmeye başladı. En sevdiği mevsim neydi? En dendiğine göre en önemsediğini bulması gerekiyordu. "O öyle bir şey değil ki ya!" dedi. En sevdiği kitap, film, müzik, mevsim, bunlara anında bir cevap veremiyordu. Bunun yanında ruh halini tespit edebilecek türden sorular, az, çok, çok fazla gibi cevaplar verilecek şekilde dizayn edilmişti ama bunlar da kişilik özelliklerine işaret etmiyordu ki. Karışığı masaya sertçe koydu ve hayatının en zor anını yaşadı. Her şey yavaşladı, seraplar kayboldu, sadece Müge'nin arka masadan gelen sesi ve enler vardı zihninde. Artık haftalardır sosyal olan her şeyle bağının kesilmesine yol açan bozulmaları anlıyor gibiydi. Ama acele etmiyordu. Çünkü bu anlam kendiliğinden dökülmüyordu, tam aksine kendinden yola çıkıp kendine varacağı bir yolculuktu bu. Aceleye getirilemezdi. Soruları detaylandırdı. En sevdiği fıkra? En sevdiği şiir? Söz? En sevdiği yazar? Daha genel, en sevdiği aktivite? Yok, yok, yok. Var mıyım, yok muyum diye terleyerek düşünmeye bile başlamak üzereydi. Bu da yanılgı olacaktı, hemen kesti bu düşünceyi.

Bize kalırsa, bu enler, işaretlerden ibarettir. Herhangi bir şeyin eni sınır çizeceği için, söz konusu kişilik ve karakter olunca bu enlerde tek bir şey söylemek ahmakça olacaktır. En sevilen müzik, kitap, yiyecek, içecek, duyu-duygu halleri ve daha birçok en, sadece birer işarettir. Adının Vuslat olması kahramanımızın kim olduğunu tam olarak nasıl nitelemiyorsa, bu enler de birer işaret olmaları sebebiyle onun kim olduğunu, özünde ne olduğunu göstermeyecektir.

Kaygıyla düşünmeye devam etti. Bu enler, anında verebileceği cevaplar değildi. Bunu yapmasına gerek de yoktu aslında. Iletişim kurmakta gecikmeli davranışları kişiliğinin eksiklerle dolu veya tamamen boş olduğunu göstermezdi. Ama düşündü. Uzun uzun düşündü. Bu enleri getiren ve kendisine yakınlaştıran, hayatında önemli bir yere koyduğu bu enleri zirveye taşıyan şey kendi aklı ve ruhuydu. Ama kendisini niteleyen her şeyde bir başkasının etkisi de kesinlikle vardı. İzlediği filmlerden beğendikleri, okuduğu kitaplar, yapmak istediği işler... Tek başına olmadığını anladı. Peşinden de, bu noktada kim olduğunun bir şeyi fark ettirmediğini... Ankete baktı, azların, çokların, kötülerin, iyilerin, enlerin, benlerin yanına elindeki kalemle bir kutucuk daha açtı; "Hepsi". İşaretledi. Anketi çabucak bitirdi ve iki masa ötedeki Müge'ye seslendi. Yarı zamanlı güzel, kağıtları alırken son kez cıvıldadı: "Pardon, adınız neydi, ne demiştiniz?".
Oğuz AKINCI