777

Oğuz Akıncı

Edebi zenginlik ebedi gerginliği azaltır mı? Cevap: Zenginliğin herhangi bir çeşidi gerginliği artıracaktır.

İnsanlar neden intihar ederler? Cevap: İntihar edenler kendilerini değil onları kötü etkileyen ve intihara sürükleyen düşüncelerini öldürmek isterler.

Dünyadaki enerji kaynakları bitecek mi? Cevap: Sen hep böyle soru mu soracaksın?

Peki okumayan birisinin durumunun, dünyada yalnız kalmaktan ne farkı vardır? Cevap: Küçük bir fark, evrende de yalnız olmak...

İntihar edenlerin geri dönebilme şansları olsaydı geri dönerler miydi? Cevap: Dönebilmek için oldukları yerde de intihar etmeleri gerekirdi. Sonra bu alışkanlık haline gelirdi ve ölüm anlamsızlaşırdı. Aynı vites boşluğu gibi.

Ek cevap: Ben nerden bileyim lan, anlıyormuş gibi kafa sallıyorsun bir de.

Ya okumak insanın saflığını bozuyorsa? Cevap: İnsanın saflığından söz edebilmek için önce okumak gerekir.

Peki son soru, Petrolden Adam intihar edebilecek mi? Cevap: Özür dilemeyi öğrenirse edebilir.
*
Tüfek çoktan icat edilmiş ve mertlik görecelilikten bile uzak bir belirsizlikle savrulup peşine taktıklarını da bir o yana bir bu yana götürüp duruyordu. Tüfek ve mermisi bile mertliğin bozuluş şeklinden daha kararlı ve hedefine sadıktı. Kusur bulma çabalarımız kuantum mermileri üretmemize sebep olmuştu. Hem öldüren hem süründüren, bazen süründürmeyip direkt öldüren, bazen öldürmeyip süründürmeyen ama çoğunlukla öldürmeden süründüren cinstendi bunlar. Daha karmaşık hallere kendimizi kaptırmış kitap, petrol ve intihar girdabından soyutlamalarla birtakım sonuçlara ulaşıyorduk. Ölüm de yaşam da birbirine geçmiş ve yerleri tespit edilemeyen bir noktadaydı. Varlığı olandan ziyade yokluğuyla olmayan daha çok gözümüze çarpıyordu. Duyular ehliydik vesselam. Tüketime o kadar dalmıştık ki silip süpüremediğimiz bir tek ölüm kalmıştı. Onun da çaresini bulmak fizik kanunlarına aykırı olduğu gibi, estetik ve etik kurallarına da aykırıydı. Fizikle yetindik. Estetik gibi etiğin de matematik gerektirdiğini bittecrübe anladıktan sonra işe koyulduk. Kaosun bile hakim olamadığı romantik zihinlerden tutun her türden mahlukatın zihin örüntülerini hesaba katıp bir çip ürettik. Yersiz bir arkadaşımız bu olaya insanları piç gibi ortada bırakmak bile demişti. Hakikat tarafı varsa da bu eksik bir tanımdı. Büyük oynayışımız büyük yıkımlar getirmeyeceği gibi büyük yapımlara da yol açmayacaktı. Sınırları belirlemek lazımdı. O yüzden insanlığı durdurduk. Bu, fiziksel yasalara bir başkaldırı değil, onlarla bir uyum sürecine girmek demekti. Daha çok zihinsel bir süreç olan “çiplenme” sayesinde her türlü negatif olayı başka bir boyuta taşımıştık. Bu olayda isteyen istediği naneyi yiyor, özgür ruhlar çıplak bir şekilde hıyar tarlalarına doğru maraton koşuları düzenleyebiliyorlardı. Maratonun sonucunda isteyen hıyarı tuzlu, istemeyen tuzsuz yiyordu. Hıyarı sulu yoğurtla birleştiren cacık, sadece yoğurtla birleştiren haydari elde ediyor, isteyen hıyarın ta kendisi oluyor, istemeyen daha ilerideki bir tarlaya koşup patates olma umudunu gerçekleştirme serbestliğini deneyimliyordu. Fiziki kontrolleri ve estetiğin güzelliğini sağlamanın tek yolu etiği matematikselleştirmekten geçiyordu. Bazı arkadaşlar buna itiraz etse de, itirazları başka boyutlara sıkıştırıldığı için günlük mükemmel yaşamımıza devam edebiliyorduk. Ahlakın boyutlarını hesaplamak, ahlakın çok boyutlu oluşunu bilmemekten daha ahlaksızca değildi. Hem negatif davranışları engelliyor da değildik. Yani mevzu kötülükse alternatif bir boyutta isteyen istediğini yapabiliyordu. Bir haksızlık, cinayet, hırsızlık, tecavüz, yalan, dolan, dolanmayan ne varsa yapılmak istendiği anda çip devreye giriyordu ve alternatif evrenimizde kaos tufanı patlıyor, sönüyor ve kişiciğimizi gerçek dünyaya geri döndürüyordu. Hem de bu, ışık hızında gerçekleşiyordu. Sonra hayat olduğu gibi, adil bir şekilde devam ediyordu. Bu anlık boyut taşınmaları ufak baş ağrılarına sebep olsa da, öyle çok rahatsız etmiyordu kimseleri. Gerçi bazı halklarda bu durum mütemadiyen ortaya çıkan migrenlere sebep olduysa da, negatifler gerçek boyutta ortadan kalktığı için çok da büyük yıkımlar sayılmazlardı. Eh, bu kadarına da katlansınlardı. Zıtların birliğini boyutlar sayesinde sağlamıştık. Her şey olması gereken yerdeydi. Yapay zeka insanlığı ele geçirdi gibi bir sonuç da değildi bu. İnsanın olması gereken yer böyle analitik ve net bir ortamdı. Arazlar cevhere dönüşmüştü. Cevherler ışıldamaya ve asıl işlevini yerine getirmeye başlamıştı. Biz ise bu işe insanı tanımlamaktan başlamıştık.
*
Geriye doğru nizami bir şekilde istediği kadar yürüyebilen tek varlık insandır. İnsanı tanımlamak için “akıllı” denilse de daha temel yerlerden hareket etmek lazımdır. İnsan ölümlüdür, bu insanın bir parçasını tanımlasa da ayırt edici bir özelliği değildir. İnsan iki ayaklıdır. Hayır, ama kanguruların kuyruğu vardır. Kuşların da kanatları vardır. İnsan bağlantı kurandır. Kurduğu bağlantılarla olanı manipüle etme yeteneğine “ilerleme” diyen tuhaf bir canlıdır. Büyük bir parçası da tuhaftır. Kanguruların kuyrukları ayakta durmalarını sağlayan bir uzuv olduğu gibi, kuşların ayakları diye tanımladığımız uzuvları aslında insanla kıyaslandığında “el” konumuna, kanatları da “ayak” konumuna denk gelir. Çünkü insan ayaklarıyla yürür, kuşlar kanatlarıyla uçar. İnsanın işi yürümekken kuşlarınki uçmaktır. Doğada olan her şeye kıyasla insan kendisine denk bir parça edinebilen tümün kendisidir.
*
Çipi herkese takmış ve geri dönüşü olmayan bir yola girmiştik. Ancak bu, insanın kendisiyle ve evrenin kötü ve yıkıcı taraflarıyla yüzleşmeyeceği anlamına gelmiyordu. Biz sadece süreci hızlandırmıştık. Ya da sürecin ta kendisi geçmişin, şimdinin ve geleceğin bir bütün haline geldiği, en güzel ve en işlevli haliydi. Tek bir soru vardı o da zihnin oluşturduğu alternatif diyarlarda eriyip gidiyordu. Sahi, gerçek boyutta kim ölümden sonrasını bilebilirdi ki?
Oğuz AKINCI