Yüzde Bir, Korkunç Bir İhtimaldir
Sızan, bir başucu kitabıdır. Boş vakitlerinde dolu doludur. Gerçekten kalıp delen, kategorilenmeye dirençli, doğru yere toslamayı bilen sivri bir biberdir. Acısına katlanabilirseniz bir ısırık da size verir. Acayip bir rüyadır. Uyandığınızda da sahnede kalır. O köşede bir oyun oynar durur. Oyun içerinde namuslu bir çakaldır. Sızmaktan kaçamaz. Sızan ters adamdır biraz. Adını, oğlu Cavit koymuştur ve bir süredir sızmaktadır. Her halis işin özündeki kötüye gidiş kısımlarına bir tepkidir. Yedi düvelin vatandaşıdır.
En paçavra kıyafetleriyle çıka gelir. Ben, bir açı, arkadan omuz hizasından gelmekteyimdir. Geniş omuzları arasından çok vakitsiz yükselmiş gibi duran hafif sağa meyilli kalın ensesinin görünen yüzeyi kıvrılmaya başlar. İlk defa o anda bir güyada, böylesine korkmuşumdur. Böylece kendime küçük bir sürpriz hazırlıyorum galiba... Mahremiyeti izinsiz delen bir tebelleş gibi hissederek heyecana kapılmışım. Derken kafası bana, Sızan'ı gördüğüm açıya doğru dönmeye başlar. Tam kameraya bakmak üzereyken gözleri devrilir. Güyalarda kameraya bakılmaz zaten. Hiç görmedim. Sanki kimsenin nezaretinde değilmiş gibicesine bir hava hakim olur. İşte şimdi onunla kısmen görüştüğümüz kesitleri sızdırıcağım.
Bir güyamızda Sızan, çeyrek arşın yana devrilen adımlarıyla salına salına yürür. Sert bakışlı, yamuk dişli, tütün kokan bir adamdır. Arada bir rüzgarlı havalarda kırık dişine izmariti kıstırıp eller cepte gezer. Cepleri derin ve geniştir. Yürümeyi çok sevdiği için bir bineğe hiç ihtiyaç duymamıştır. Onu yolda almak isteyenleri kırmaz. Gelen Sızan'ın hikayesine gelmiştir. Bu yüzden kaderinin çapı çok geniştir. Aralıksız sızdığı için kader ortaklığında birincidir.
Yoğun tezek kokusuna doğru ilerler. Bu kötü koku onu Yavanland’a sürükler. Bir süre daha yürüdükten sonra geniş çadırlarla çevrilmiş bir hayvan pazarında bulur kendini. Önce bir kaç tur atar. İlk tuttuğu yakışıklıya “Ne oluyor lan burada?” diye sorar. Yakışıklı, “Burası bir hayvan pazarı, insanlar buradan ibadetleri için kurbanlık alıyorlar.” şeklinde ansiklopedi maddesi kılıklı bir cümle kurar. Sızan pis pis sırıtır. "Öyle mi?" der. “Öyle abi.” der eleman, oradan kaçar. Tartışmasız tuhaf kabul edildiği için, bu tarzı onu uzun soluklu yalnızlıklara mahkum etse de Sızan için ortada bir problem yoktur. O, bu konularda başarısız bir centilmendir. Doğru doğru diye zırlanan normları şişlemekten gerçek bir haz duyduğu için midir bilinmez, her doğruyu her yerde söylemek konusunda biraz çarpıtıcı, biraz dolambaçlı bir dille, ilmi siyasetten kopmadan, çerçevesi geniş anlamlı cümleler kurmaktan kaçınmaz. Sert girişleri muhatabın gardını düşürür. Böylece dilin ucunda hazır olanı bozar, kalbe iner.
Sonra bir besiciye sokulur, yanına kadar girer. Herifle biraz bakışırlar. Suratını bir kaç saniye inceler. Bir şey demez, başka bir besiciye gider.
-Selamın aleyküm.
-Aliküm selam.
Kulağına sokulur... Besicinin kişisel alanına giriş yaparken bir yandan da cebindeki tomarları avuçlayıp bırakır. "Burada," der Sızan, "sende, kurbanlık mal var mı?" Besici kafasını öteye kaçırırken hayret içerisinde anlamadım hemşerim bakışı atar ve ekler, “Hepsi kurbanlık bunların.” Sızan, dişlerini sıkarak “Bakma öyle, kurbandan anlarım, bana bir kurban lazım.” der. Besici, "E tamam da ne bu şimdi? Bu işin bir usulü yok mu?". Sızan, "Muhakkak her ciddi işin bir raconu vardır." deyip işaret parmağıyla adamın burnuna bir click atar. Besici gözlerini kırptıktan sonra aşağı devirip birkaç adım daha geri çekilir. Yavanland’ın esprisi budur. Burası ekini bozan sahtekarlarla dolu bir şehirciktir. Gerçi burayı içinde şehir geçen bir isimle çağırmak adil olmazdı ama bir işaret lazım işte. Kısaca Yavanland.
Besici elindeki yüz kurbandan bir tanesi aramaya başlar. Birkaç asır süren çabadan sonra işe yarar tek ferdini, kolunu dümdüz yaparak işaret eder. "İşte orada." der. Sızan, sol eliyle sağ dış kol kasını göstererek, "Bak!" der, sonra solu gösterir. "Anlamadım." der besici. Bir tane daha lazım der. “Lafı ne uzatıyorsun kardeşim," deyip "Bende başka kurbanlık yok.” cevabını verince, bu sefer Sızan acı acı gülümseyerek “Olsun bekliyorum.” der. Kalan doksan dokuzun içerisinde birkaç milyar tur attıktan sonra geri gelir besici. “Kusura bakma ben buralarda epeydir pabuç eskitiyorum, sana da daha fazla yardım edemem. Falanca adam var, etse etse o yardım edebilir sana. Ama o elindekileri satmayı pek sevmez. Pazara çıkar ama kimseye malını vermez.” Sızan, sevip sevmemek konusunda öyle konuşmamasını söyler. O anda besicinin komşusu hışımla girer.
-Bozuk para var mı?”. Besici,
-Ne arasın bizde bozuk para, bakkal dükkanı mı burası!
-Öyle değil, şu yüzlüğü böldüreceğim.
Çekmeceden çantayı getirmesini ister elemanından. Eleman azık çantasını getirir. Çantanın küçük gözünden iki ellilik çıkarır verir besici.
-Yok öyle değil, beşlik lazım.
-Niye öyle söylemiyorsun? Al!, der birlikleri sayar eline.
Komşusuyla anlamsız bir şekilde bir süre bakışırlar. "Neyse." deyip parayı alır çıkar komşu.
Arkasından besici “Hayat çok zor. Yaşanmıyor.” diyerek homurdanır. Çadırın direkleri her an yıkılacak gibi pejmürde bir halde sallanıyorken tuhaf bir bereketsizlik, ortamı çepeçevre sarsa da besici her şey normalmiş gibi umursamaz bir şekilde geviş getirip ağzındaki tütünü çevirir. Bu topraklarda iyi şeylerin gerçeğine nadiren rastlanır.
Sızan “Beni Selim’e götürecek yolu tarif et.” der.
-Yorgun Selim’i mi soruyorsun?
-Yorgun Selim ha!
-Madem satmıyor neden pazara çıkar hiç anlamam. Hangi neden insana bunu yaptırabilir ki? Şu zamanda kimin neye hizmet ettiğini anlamak mümkün değil. Kulağıma bir kaç tuhaf şey geldi. Misal adamı falan diyorlar. Neyin misaliyse.
-Neyin neye hizmet ettiğini anlamak istiyorsan...
-Hayır hayır istemiyorum. Ben ekmeğimin peşindeyim, gerisi pek mühim değil benim için. Kimin kime hizmet ettiği umrumda değil. Ben şurada batacak olsam başta babam olmak üzere yüzüme gülümseyen herkes sırtını döner. Ki yaşadım bunu. Beni o yetiştirdi fakat tek sebebi yaşlandığında ona bakabilmem için. Kara kaşıma gözüme değil. Herkes kendi derdinde bu maniki dünyada.
Sızan ağzının kenarıyla “Müstahak.” der. "Bana Selim’in yerini tarif et."
Besici, “Ben tezgahımı bırakıp gidemem.” der.
Sızan tarif etmenin ne demek olduğunu açıklamak için dudaklarını kıyıladığı anda boşa kürek çekeceğini anlayıp “O zaman sen şu kalan doksan dokuzu racon bilmez şu keleklere satarsın artık.” deyip burna bir click daha atarak adamın koynuna parayı sıkıştırıp devam eder. Yüz büyükbaştan en büyüğüyle sora sora Selim’in yaşadığı şehre kadar gelir. Şehrin sözde çıkışında kafasında nevale dolu bir tepsiyle bir genç çıkar karşısına. Genç yürürken bir yandan da sürekli göremeyeceği halde tepsiye bakarak ilerlemektedir.
"Burası neresi?" der Sızan.
-Burası şehrin çıkışı. Buradan şehre girilmez.
-Şimdi buradan şehre giremez miyim? der kaşlarını çatıp. “Yorgun Selim’i arıyorum çok vaktım kalmadı.”
-Şehirdeki tek yabancı o. Aslında o pek çalışmaz. Öylece bekler. Ne yapacaksın ki onu.
Tanışmak istiyorum sadece. Hem çalışmıyorsa nasıl yoruluyor?
-Bilmem. Hiç düşünmedim de, buradan giremezsin. Vadiyi dolaşman gerek.
-Nedenmiş o?
-Babam öyle derdi.
-Ona da babası mı?
-E evet.
-Böyle uzayıp gidiyor mu?
-Iıı galiba.
-Benim Adsız'a da şehrin girişinin ve hatta çıkışının burası olduğunu söylersem?
-Adsız kim?
-Oğlum.
-Haa! Anladım mı bilmiyorum.
-Bilmiyorsun.
-Neyse sen bilirsin.
Bir kaç adım attıktan sonra yakışıklı dönüp sorar:
-Yeryüzünün sahibi gibi konuşuyorsun. Buralarda yabancıları pek tutmazlar. Hakkını vermeliyim mi bilmiyorum ama kendine çok güveniyorsun. Sanki benim şehrim değil, gurbette olan benmişim gibi hissettim.
-Bedenine sıkışıp kalmışsın da ondan. Baban gibi. Ve onun babası gibi. Eğer geri dönmeyi düşünüyorsan vadiyi dolaşmadan gel.
-Anlamıyorum. Ben kendimde bir darlık hissetmiyorum. Neden öyle söyledin? Hem ben babamı çok seviyorum.
-Bolluk ve darlığı anlaman için seyahat etmen gerekiyordur belki de. Felek güyandaki kadar tekdüze değil. Sen hangi mekandaysan sadece orada olabilir misin? Yoksa parçalanarak mi ilerliyorsun? Ve kalan kısımlarını gideceğin yerlere mi saklıyorsun? Ne kadar gideceğini hesaplayabiliyor musun? Şu an pek burada sayılmazsın mesela. Sürekli kıpırdayıp duruyorsun. Durursan mahvolacakmışsın gibi hissediyorsun. Çünkü seni kaçıran şeyler var bu şehirde. Senin gibi daralıp boğulmuş bir sürü şey.
-Hayır ben sadece gidiyorum. Kaçtığım falan yok. Bir yavuklum var. Burada erkekler çeyizlerini hazır etmeden evlenemezler. Bir miktar para kazanmam gerek. Sonra dönüşte vadiye gidip eşsiz zambaklardan, papatyalardan toplamalıyım. Adetimiz böyle. Umarım kızın babası o süreçte kızı kimseye vermez. Kaçacak olan geri dönmeyi planlar mı hiç? Şimdi anladın mı beni?
-Muhakkak... Sen gördüğüm ilk sen değilsin. Fakat kafandaki tepside pek bir şey kalmamış.
-Sürekli düşürecek gibi oluyorum. Gözümü tepsiden alamıyorum. Birkaç kez takılıp bir kısmını düşürdüm.
Sızan yine pis pis gülümser. “Selametle!” der ve yoluna devam eder.
Kurak arazilerden sonra dar sokakları da aşarak Selim’in mekanına iştigal eder. Nihayet kırığının yanına vardığında saat gecenin bağrını aşmış, karanlık, ölüm iyiliğine kendini bırakmıştır. Bu saatlerde havada enteresan bir netlik oluşur. Sanki rüzgar basit basınç farklarının dışında bir sebeple oluşuyor, işi de epeyce ağırdan alıyor gibidir. Karanlığın içinden Selim’i belirtecek son adımları attıktan sonra Sızan gecenin içindeki aydınlığa sızar.
Selim:
-Getirdin mi?
-Getirdim.
Selim’in masasına oturur. Bakır bardakta iki ayran getirir çırak. Sızanın gözleri çırağın üzerinde takılı kalır. Çırak, “Hoş geldiniz!” der.
-Hoş bulduk delikanlı.
Selim bardağı yarım devirerek sızana “Bak ben sek içiyorum.” der, kafasına diker.
Sızan, “Ben de sek içiyorum.” deyip bardağındakinin yarısını selimin bardağına boşalttıktan sonra kalan yarımı dikip “Yarabbi şükür.” deyip sigarasını yakar.
-İkram geri çevrilmezdi ama.
-İkramı ikram etmek hakkında bir misal bulmaktan keyif duyacağım. Yarımı tümlemek gibi düşün.
-Yolculuk nasıldı?
-Büsbütündü.
Selim esnerken öne doğru eğilir. Kısık bir sesle:
-Şehrin çıkışından mı geldin?
-Şehri diğer şehirlere bağlayan yoldan.
Yorgun Selim’in göz bebekleri gülümser. Belindeki hançeri çıkarıp masaya saplar. Yüksek bir sesle çırağa, “Getir kurbanı!” diye bağırır.
Çırak koşarak yaklaşıp hazır ol’a geçer.
-Bu senin esas kurbanın. Sana verdiği ismi taşımaya çalış. Elbet dünyaya geldiği gün ondan adını aldılar. Önce sana bir isim gerekti. Bu silsile böyle başlar. Geride bıraktığın isimsiz bir çocuktu, ben ona gerçeği verdim. Bunun için başta bir adı olmamalıydı. Bir kurban vermeden asla bir ada sahip olamazdın. Artık bunu biliyorsun. Cavit’i de alıp gidebilirsin. Bir süre senin.
Sızan cevabını bilse de bir soru sorar gibi “Burası pazar yeri.” der.
-Pazarda ne işimiz mi var? Evde avlanamazdık ya.
-Peki ya bu hayvanlar?
-Şu sahte ördekleri mi diyorsun? Bunlar diğerlerini çekebilmek için. Bizim işimiz kömürü elmasa dönüştürmek. Ördeğin aslını sahtesiyle avlarız. Anlamak istemeyen yine anlamaz. Buna ihtiyacımız da yoktur. Bizi yoran bu sahte ördekler değil, gerçek olmayı isteyen ördeklerin bu sahteliğe direnememesi. Sahte dekor olmadan gerçeği öne çıkaramazsın. Gerçeğin sahteye ihtiyacı da buradan geliyor. Bize bir misal lazımdı, benim misalim de budur.
Behzat MALÛMAKA 20.06.2020 (Proje 99)