Gökten Kutlu Bir Makina
"Hak geldi, batıl zail oldu!"
1. Deus ex machina... İşlerin tıkandığı anda, artık “hikaye”nin daha ileri gitmesi imkansız görünürken ansızın ortaya çıkıp beklenmedik biçimde sorunu çözüveren kişi veya "şey"e denir. Bir kitabı, hikayeyi ansızın ve saçma sapan bir şekilde bitirmeye de deniyor. Bazı hikayeler öyledir. Saçma sapan şekilde biterler. Umulmadık, beklenmedik, hesaplanmadık biçimde.
Bizim hikayelerimizdeki "gökten düşen üç elma" ile bu "deus ex machina"nın alakası yok. Bizim öyle çözümlerimiz yoktur. Basitçe anlatır geçeriz. Belki de sorun "gerçek hikaye"yi kaybetmiş olmamız. Aramızdan hikayesi olan kurumlar, isimler çıkarmalıyız. Son zamanlarda çok hikayesiz, çok renksiziz. Buna itiraz edenlere de peşinen söyleyeyim: yalanın bini bir para bir bağlamda gerçek zorla barındırılamaz. Fıtratın yalanı eleme huyu vardır. Yalan er geç çöker. Ama geride enkaz bırarak. Basitçe: hakikatsizliğin hakikati yoktur.
2. Sen kimsin ki bana emir veriyorsun, diye sordu rütbesiz asker, yani er. Uzun boylu sarışın bu çemkirmeyi görmezden gelerek bürokratik bir ciddiyet ve diplomatik bir netlikle: "ben senin komutanınım" dedi. Daha iki günlük asker olan rütbesiz asker ortamın ciddiyeti, bağlamın göreneğinden habersizdi. Zamanla düzelmesi umulan bir cahilliği omuzlamış, orada öylece dikiliyordu. "bana komutanım diyeceksin." Bu sert çıkış karşısında biraz önceki tavrıyla aslında komutanını yoklayan rütbesiz asker hızlı bir geri vites yaptı. Bu komutan tahmininden çok daha dişli çıkmıştı. Yüksek sesle bağırarak "emredersiniz komutanım" dedi. Komutan sakin ve yumuşacık bir sesle: "Öğle yemeğine ne kadar vakit var" diye sordu. Rütbesiz er "derhal öğrenip geliyorum komutanım" diye gürledi. Tam yemekhaneye doğru koşacaktı ki zil çaldı. Zil çalıyorsa öğle yemeği vakti gelmiştir. Komutan: "tamam, tamam, devam et" dedi ve yemekhaneye doğru yol almaya başladı. Bugün asker karavanasından yemeye karar vermişti. Koridorda ilerledikçe yemyeşil bir asker denizini yararak devam ediyordu. Denizin ortasında bir kanal sağdan soldan hızlı çekilen bir fermuar gibi açılarak devam ediyordu.
3. "Peki bu simülasyonu oluşturan kişi, bizleri bir klasörde unutmuş olabilir mi?"
Ağır ağır ilerliyordu zaman. Zamanın bu ağır ilerleyişi onu idrak eden varlıkların idraki açısındandı. Yoksa zaman ne ağır, ne de hızlı akıyordu. Aslında o akmıyordu bile. Ama o ilk kıpranış var ya. İlk harekete geçiş.
İnsan ışık hızına ulaşırsa kütlesi sonsuz olur diye hesaplanıyor. Kütlemiz sonsuz oldu ve zamanımız da durdu. Hangi adımı atarak zamanı tekrar akar hale getirebiliriz. Tekillik bu sorunun cevabını nasıl verebilir?
4. Belki de bir gün (O) herkesi toplayacak ve "İçinde yaşadığınız 3 boyut dışında bir boyut yaratamayacağımı düşündünüz, değil mi?" diyecek. "Oysa siz daha yaşarken, oradayken etrafınızda çok daha fazlası vardı." O bunu neden yapacak ben de tam olarak bilmiyorum. Eğer böyle bir şey varsa kendisi ve bildirdikleri dışında bilen olabileceğini de sanmıyorum.
Kapalı bir sistem dışarıdan veri girişi olmadıkça içerdekiler tarafından gerçek anlamda yorumlanamaz. (Dinin vahiy meselesi) kapalı sisteme dışardan veri girişidir. Burada da bir "mesele" doğar. Bu kapalı sisteme dışardan gelen bilgi akışı da mecburen o kapalı sistemin dili, mantığı, formülleri ve idrakine uygun olacaktır. Bu durumda da bu kapalı sistemin dışından gelen veriyi gerçek anlamda anlamak mümkün olacak mıdır?
5. Günler sabuna basıp kayan bir insan gibi kontrolsüz bir şekilde yuvarlana yuvarlana düşüp, gidiyor. Bir şeyleri kontrol etmek belki de acizliğin tersinden ve paçoz bir dışavurumu. Bırak düşsün, bırak kaysın, bırak varacağı yere varsın. Zaten varacağı yere varmasını engellersen, onu durdurursan veya başka bir istikamete yönlendirirsen er geç duracağı yer, varacağı yer zaten yine "varacağı yer"dir. Bırak varacağı yer'e varsın.
Peki ya sonra?
Gerçekten sonrasını çok merak ediyorum. İnsan duruma göre korkmalı belki belirsiz, asla varacağı yer'e varmadan bilemeyeceği şeyden, o belirsiz şeyden korkmalı insan belki. Ama ben sonrasını, gerçeği çok merak ediyorum.
6. İnsanlar ikiye ayrılır: Dar zamanların insanları, geniş zamanların insanları. Dar zamanların insanları sayıca diğerine kıyasla neredeyse yok miktardadır. Herkes aynı dünyaya geliyor ama kimi dar zamanların insanı, kimi geniş zamanların insanı oluyor.
7. Başparmak Meselesi
Başparmak nedir, ne işe yarar? Yaratılan her şeyin yaratılışında muhakkak hikmet vardır. Bir bedenimiz, iki kolumuz, iki elimiz, her elimizde beşer parmağımız var. Beş parmağın beşi bir değil. Bir tanesi başparmak. Başparmak Türkçe'de bitişik yazılan iki kelimeden oluşur: baş ve parmak. Başparmak, parmakların başıdır. Diğer dört parmak yan yana dururken, baş parmak biraz onlardan ayrı, biraz yan da olsa onlara bakar vaziyettedir. Evet, başparmak diğer dört parmağa biraz yan bakar. Mesela insan asker olduğunda sağ eliyle asker selamı verir. İşte bu selam esnasında diğer dört parmak da başparmak karşısında esas duruştadır.
Başparmağın Türkçe'de çok bilinmese de bir adı daha var: badem parmak. Şahsen ben bunu bir sözlükten öğrendim. Demek ki sözlükler olmasa bilmediğimiz daha ne çok kelimeler olacak. Badem parmak ifadesi kulağa başparmak kelimesi kadar karizmatik gelmiyor. Baş ol da, ister soğan başı ol; diye bir atasözü olan bir toplumda başparmak elbette karizmatik bir kelime olacaktır. Bu atasözü şüphesiz toplumun bakış açısında mühim bir noktaya parmak basıyor. Maalesef aynı kalabalık içinde iyiler parmakla sayılacak kadar azlar. Belki de bu vaziyet herkesin baş olmak sevdasından kaynaklanmaktadır. Dunning-Kruger etkisi denen fenomen yüzünden de seciyesi düşük olanlar, seciyesi daha düşük kalabalıkları parmaklarında oynatıyorlar. Herkes "ne olacak bu ülkenin hali" sorusu üzerinde uzun uzun konuşur da kimse gerçek çözümlere gelince parmağını oynatmıyor. Parmak ısırtacak kadar zekice analiz yapabilenlerin stresten tırnaklarını yiyeceği kadar tuhaf işler, tam da bu yüzden oluyor.
8. Nasreddin Hoca'ya hiç, bir şey icat edip, etmediği sorulmuş. Ekmek arası kar yemeyi icat ettiğini, ama sonra kendisinin de bunu beğenmediğini söylemiş: "Kar helvasını ben icat ettim ama onu ben de beğenmedim."
Nasreddin Hoca milli kodlarımızın bir nevi özetidir. Milletçe de hem yeniliklere çok açığızdır, hem de kendi icat ettiğimizi kendimiz beğenmeyiz. Dünya yüzünde ortaya çıkan müsbet menfi pek çok yeniliği hemen intibakla benimseriz ama aynı hızda kendimize benzeterek aslında kısa süre sonra o yeniliğin özünü reddederek çorbaya çevirip, bir tuhaf alt kültür kodları yumağına eklemleyiveririz. Evet, eğri oturup, doğru konuşmalı. Milli "alt" kodlarımız bu konuda biraz sabıkalıdır. Gerçeği gerçek olarak tespit ve teşhis etmeden sorunları çözüp, yeni yollar açmak mümkün değildir. Vesselam.
Ahmet KUBİLAY 2020-02-11 05:20:46